in

Bir Bedensizlik Hikayesi

Evimdeyim. Hangi evimde? Zibilyon tane evim var benim, hangisindeyim? Çocukluğumun geçtiği yerde… İlk arkadaşlıklarımı kurduğum evdeyim. Ki bu arkadaşlıklara sokak hayvanları, boş araziler, arılar, sinekler, hindiler, tavuklar ve koyunlar da dâhildir. Ama en çok bahçedeki akasya ağacı ve onun gölgesi dâhildir. Çok iyi anlaşırdık kendisi ve gölgesiyle. Belki anlamazsınız ama o ağaç bir şiirdi. Bir ağaç nasıl şiir olur bilir misiniz? Gerdanlığı gibi bir kadının ya da bir okul çıkışı kokusu gibi şiir olabilir bir ağaç, yeterince seversen… İlk oyunlarımı oynadığım yerdeyim. Babam bana çekirdek çitlemeyi burada öğretti. Sakız patlatmayı da bu evde babamdan öğrendim. Balon şişirmeyi ve şişirdiğim o balonla nasıl eğleneceğimi de öğrendim. Akşam saat 6’da pencere önünde dakikalarca beklemeyi, zamanı geldiğinde yerimden fırlamayı da burada öğrendim. Burada işte, şu an bulunduğum yerde. 21 yıllık ömrümün yaklaşık ilk 14 yılını şekillendirmiş yerde… Sanki hala bana ait, hala bizimmiş gibi, çok garip.

İşte yine çocukluğumu geçirdiğim evdeyim. Bu ev mandalina mevsiminden sobalı bir oda kuruyor içimde. Sahi kaç mevsim geçti, bir sobanın alevlerinin tavanda dans etmesini izlemeyeli? O alevleri izlerken tanısaydım Vivaldi’yi, büyük bir çelişkiyle dört mevsiminden ilkbahar olanı dinler dururdum. O ev bana kışı bahar yapandı!

Ama bir şeyler olmuş, bir şeyler gelmiş başıma. Sol ve sağ elimin yüzük parmakları kopmuş, sol elimin ise işaret parmağı yok. Kopan parmaklarımı da tutuyorum ellerimde. Pek önemsemedim, acı da çekmedim, sanki bir parmak her gün kopabilirmiş gibi, her gün o acıyı çekebilirmiş gibi bir insan, bir hayli umursamazdım parmaklarımın koptuğunu fark ettiğimde. Nasıl yaptım, nerde yaptım bilmeden, umursamazlığımla kopan parçaları aldım, ellerimdeki yerlerine kaynaştırmaya çalıştım iğne iplikle dikerek. Çok sürmedi, başardım. Sanki her gün savaşmış gibi başardım. Acı da çekmedim.

Dışarıya çıktım parmaklarımı yerlerine diktikten sonra, çok kalabalık burası. Tanıdığım tanımadığım bir sürü insan var. Hepsi benimle ilgileniyorlar, parmaklarımla değil tabii ki, okul nasıl gidiyor muhabbetleri, gitmiyor diyorum cevap vermeden uzaklaşıyorlar. “Okul nereye gider ki? Tüm okullar bir tezgâh işte!” diye düşünüyorum. Annemi arıyor gözlerim, bulamıyorum. Odama gidip kendi köşemde, bir başıma, yarısı işlev görmeyen parmaklarımla dertleşmek istiyorum, kimsenin henüz onlardan haberi yok, onlar benim yaram, sırrım. Onları dertleşecek kadar güçlü kılan da bu, herkesin onlardan bihaber olması.

Yine odamdayım, tam parmaklarıma döndüm, onlara ‘’ölüm nasıl bir şey?’’ diye soracağım, kapım çalıyor. Zaten en önemli sorular hep cevapsız kalmak zorundadır. Çünkü bu cevapsızlık ve beraberinde gelen sorgulanamazlık algısı birilerinin işine yarar. İyi de burası benim küçük gezegenim. Amerika Başkanı Trump’ın parmaklarımın bana anlatacağı ölümle bir ilgisi olmamalı, O bu hikâyenin çok dışında. Bir dakika, yoksa bir alakası var mı!? Bilmiyorum.

‘’Geeelll!’’ diye seslenecekken ben, kapımı çalan beyefendi cevap beklemeden dalıyor içeri, gel bile diyemiyorum. Aslında hayatımın gidişatı için bu beyefendiden ders almam gerek, cevap beklemeden hareket edebilmek her yiğidin(!) harcı değil nasılsa. Yine de gülüyorum. “Hoş geldin, uzun zamandır görüşmüyoruz.” diyorum. Yine bir gariplik var, sanki ben konuşmuyorum, sanki yalnız görüntüm var ve herhangi bir ses çıkaramazmış gibi ağzım, hoş geldin beş gittin muhabbeti bile yapamıyorum. Kendisinden önce cümle kuran ben değilmişim ve bana cevap vermesi gerekmiyormuş gibi, beyefendi bağırarak benden bir şeyler istiyor. Ne istediğini de anlamıyorum ki, sakin olsa anlayacağım. Diktim gözlerimi, çattım kaşlarımı, anlamak isteyen bir ifade oturttum yüzüme, o bağırtının suratıma değen notalarından melodiler yarattım kafamda, onlara inandım, acıdım, içindeki vahşeti hissettim. Ama bu kadar bağırmasına gerek yoktu çünkü ben notaları kâğıtlarda daha çok hissederim. Yani bir mürekkep kadar sessizlerken bile duyarım ben notaları ve bir tel olduklarından daha çok hissederim mürekkep iken. Bilmiyor ki!
Acıdım. Parmaklarım koptuğunda bile bu kadar acımamıştım.

Aldırmadım, başkalarına göre şekillenmemek prensibini çok genişlettiğimden şimdi bu beyefendiye “gel sana bir sarılayım” demek istiyorum. Adam avazlar koyuyor ortaya; ben birkaç sarılmalık saniye koyuyorum. O daha kârlı. Ama duymuyor beni, ben ona sarılıyorum, bir şeyler oluyor. Gri ve yağmursuz bir bulut gibi bir şeyler. Adamın dişleri gırtlağıma geçiyor, etimi dişlerinin arasında pastırma yapıyor. Acıyorum. Bu sefer hırıldayarak konuşmaya başladı, etim hala dişlerinin arasında “bana bir daha sarılma” diyor hırıldayarak.

Haydaaa, en baştan söyleseydin ya, gerek yoktu vahşete, bağırıp çağırmakla işin ne? İnsanım ben, belli bir frekanstan sonrasını duyamıyorum. Ya da durun insan mıyım? Biyolojik olarak belki, sosyolojik psikolojik bilmem ne! Konu bu değil. Gırtlağım hala dişlerinin arasında, aldı iki elimi, bir dakika ya, parmaklarım iyileşmiş, eskisi gibiler, hiç kopmamışlar ve ben onları hiç dikmemişim gibiler. Gırtlağıma bir şey yapmadı bu vahşet, tuttuğu ellerimin parmaklarını seçti, beğendi ve ısırarak kopardı. Sağ ve sol elimin yüzük parmaklarını, sol elimin ayrıca işaret parmağını ısırarak kopardı. Acımadı. Hiç acımadı. Hissetmedim. Vahşetin bu kadar mıydı dedim ama duymadı. Bazı insanlar sağır olmasalar da duymuyorlar, duymadı. Koparmıştı parmaklarımı. Görevini tamamladı ve gitti. Ben neden diye sormadım, o sor diye gözlerime bakmadı. Ben acı çekmedim koparken parmaklarım, o acı çekeyim diye uğraşmadı. Sanki o öyle davranmalıydı ben böyle; bu soyut bir sözleşmeydi yalnızca beyinlerimizde. Uyduk.

İşte yine çocukluğumu geçirdiğim evdeyim. Ama bir şeyler olmuş, bir şeyler gelmiş başıma. Sol ve sağ elimin yüzük parmakları kopmuş, sol elimin ise işaret parmağı yok. Kopan parmaklarımı da tutuyorum ellerimde. Sanki dün de kopmuştu parmaklarım. Dün de kopmuşlardı, onları yerlerine dikmiştim, iyileşmişlerdi. Yine mi kopmuşlar? Hay Allah, canım yanıyor artık çünkü yazamıyorum, parmaklarım yok, kalem durmuyor ellerimde. Defalarca deniyorum elimde kalem tutmayı, durmuyor işte. Tutamıyorum. Delireceğim! ‘Yazma’ der gibi ‘daha ızdıraplı yaz artık’ der gibi koparmışlar parmaklarımı. Dehşet içindeyim bu sefer. Yok mu bunun başka yolu, yazmanın yani? Parmaklarımdan başka? Yok işte. Biliyorum çünkü daha önce yazdım çok defa beynime, parmaklarımı kullanmıyordum o zamanlar. Yangın merdiveni gibi bir şeydir parmaklarla yazmak. Ev yanmaya devam ederken inersin merdivenlerden. Kurtuluşa çıktığını sanarsın. Kazandığını zannedersin. Oysa kaybettin. Merdivenlerden çıkmış olman yangını söndürmüyor, orda tüm gerçekliğiyle hücrelerine işleyerek yanmaya devam ediyor, görüyorsun hissediyorsun, ölmüyorsun ama acıdan. Çünkü kullandın o merdiveni. Yazmak yangındır, parmaklar yangın merdiveni. Ben yangının ortasında kaldım parmaksızlığımla.

Dehşetle koşuyorum anneme, mutfakta annem. Yokmuş gibi davranıyor. Soğuk, umursamaz, sanki hiç doğmamış, hiç ölmeyecek gibi. Başka birisiymiş gibi. Çocukken de böyle hissettiğim çok oldu. Beni sevmek için gelen komşularımız ‘sen bizim kızımız olsana’ dediklerinde annem hep ‘olsun’ derdi. Konuşamayıp hissettiğim zamanlardı o zamanlar, o yüzdendi amansız ağlamalarım. Annem şimdi beni ‘durmadan ağlardı, O’nun yüzünden tuvalete bile gitmeye korkardım’ diye anlatır. Yaşadığım çağda insanlık, tarihin başlangıcından bitişine dek, var olmuş, olan ve olacak olan her bir insanoğluna yetecek kadar acı üretiyor. Ben yirmili yaşlarıma ulaştığımda bu acıdan payıma düşeni almak için çıldırmaya başladım. Ebeveynler ise paylarına düşen acı onlara evlatları üzerinden verilmesin diye çıldırıyor ve bu seçenek için başkalarının acı paylarını katlıyorlar. Haksızlığın dik âlâsı anlayacağınız. Şayet diyorum annem benim gibi acı meraklısı bir evlada sahip olacağını bilseydi, bu çağda bu coğrafyada doğurmazdı beni. Çünkü beni hâlâ acımı istemeyecek kadar seviyor bence ve benim yüzümden başkasına haksızlık yapmaya da vicdanı elvermiyor. Kimsesizliğini seçecek kadar onurlu bir kadın.

Anneme Parmaklarım koptu diyorum, babana söyle diyor. Babamın yanına çıkıyorum, dışarıya. Evet, her yer hala çok kalabalık, yine yüzlerce insan var bahçemizde, babam onların arasında yalnız görünüyor ama bence tek başına. O hep tek başınadır. Herkes küçük dünyasında biraz tek başınadır ama o en çok tek başına olan insan, babam. O’nu görünce yoldaşı olabilmek için can atıyorum. Tek başınalığına son versem, yüzlerce insanın ortasında yanında oturan ben olsam diyorum. Dehşetim son bulmadı, parmaklarım koptu diyorum babama, nasıl becerdiğimi soruyor. Bilmiyorum ki, hatırlamıyorum, nasıl oldu hakikaten? Baba ne önemi var diyorum. Parmaklarım koptu. Tamam diyor. Çok iyi bir hastaneden bahsediyor hazırlan oraya gideceğiz diyor bana. Kopan parmaklarım ellerimde, hayır hepsi değil sadece bir tanesi ellerimde, e diğer ikisi nerde? Odama koşuyorum, uyudum mu ki hiç ben? Yatağımı dağıtıyorum. Yastık altı, yorgan altı, pencere önleri, dehşete düştüğüm ilk yer, vahşetle tanıştığım ilk yer, masumiyetimi kaybettiğim şurada, ilk gördüğüm kötülük burası, acaba ilk ağladığım yerde midir? İlk konuşamadığım ama hissedebildiğim yerde belki? Akasya ağacının gölgesinde, şu boş arazi, bir arı kovanı, bir tavuk kümesi, henüz yapımı tamamlanmamış şu çatısı bile olmayan binadadır belki? Yok. Tanrım diğer iki parmağım hiçbir yerde yok! Nerde öğrenmiştim ben onlarla yazmayı? Tam şu anda boş veriyorum. Bir parmağım hala elimde, o dikilsin diyorum; bir basamak, bir aşama; o yeniden benim olsun. Aramaktan vazgeçiyorum. Bulamamaya razı geliyorum. Aramıyorsan, bulamayacaksındır. Aramıyorum.

Babamla birlikte hastaneye gideceğiz. Çok eski bir motoru vardır babamın, küçükken onunla beyaz su çiçeklerini tanımıştım, rüzgârı tenimde ilk hissettiğim yer o motorun tepesidir, ilk en büyük su birikintisine onunla gittim, babam çocukluğuna onunla ulaşırdı, ben de mi onunla ulaşacağım? Hayır. Ya da evet. Cevap karışık. Ben yeni bir motor almışım kendime. Hangi ara? Babam o eskisiyle gidecek hastaneye ben de kendi motorumla. Ama benim yeni aldığım motor babamınkinden daha eski, daha vasat, daha anlamsız, neden para vermişim ki buna? Yarı yolda kalayım diye mi? Evet. Yarı yolda kalmayı da bırakılmayı da çok severim ben. Bunun için para vermek de beklenir benden.

Atlıyoruz babamla motorlarımıza, şimdiye dek gayet yavaş ve soğukkanlı olan bizler artık bir hengâmenin içine düşmüşüz, o küçük kıyametimizi koparmışız gibi, hızla hareket etmeye başlıyoruz. Babam arkamda kalıyor. Dönüp bakıyorum ‘ben gelmeyeceğim, sen git’ gibi bir hareket yapıyor. İlk yarı yolda bırakılmam. İlk tek başınalığım işte burada başlıyor. Babam mahalleden çıkana kadar dahi eşlik edemiyor bana. O bahçenin çıkışında, o sıfır noktasında bırakıyor beni. Hayatımın orijini. Gelmeyeceğim diyor. Her şeyin başladığı yer orası, birkaç adım sonrasında her şey bitiyor zaten. Küçük bir koordinat sistemi yani bu hayat ama o sisteme ne iniş çıkışlar sığıyor!

Yoluma tek başıma devam ediyorum. ‘Vardır bir sebebi’ lerle kendimi teselli etmek için fazla olgunum. Tesellisiz bir ızdıraptan daha etkili bir üretim aracı var mıdır? Tek başınayım. Bir yokuş var önümde, küçükken bisikletle defalarca çıktım o yokuşu, defalarca yürüyerek yahut koşarak yendim onu. Beynim dünyasal boyuttan çıkıyor o an, tüm zamanları: geçmişi, şimdiyi, geleceği ve isim koyamadığım tüm zamanları topladım beynimde, hepsi var, hepsi aynı anda, hepsi… Oysa teknik olarak bir karadelik değilim. Ama karalaştım ve büyüdü içimdeki boşluk, evrene yerleştirildi, Carl Sagan’lar o kara boşluğa kara delik dedi. Bilemediler bendim o. Bilmesinler böyle iyi.

O yokuşu çıkarken zorlanıyorum bu sefer hem de altımda ayaklarımdan daha teknolojik bir alet varken. Mi? Ayaklarımdan daha teknolojik mi dedim? Nankörlük bu söylediğim. Kim demiş ayaklar vasattır? Şu motora bak nasıl da göğe yükseliyor ölümünün dumanları, ya ayaklarım? Hangisi daha teknolojik, hangisi daha işlevsel şimdi? Parmaklarımı yerine koymalıyım, ölecek olan bir motordan daha iyi olan ayaklarıma güvenerek inebilirdim ondan ve tek başınalığımla koşardım belki. Belki ama bir fark var. Çocukken yorgun değildim, çok yorgundum aslında ama kendime göre değil. Şimdi kendime göre o kadar yorgunum ki bir karadelik olan beynimin dirayeti ve yorgunluğu aynı anda yaşaması şaşırtıcı da değil. Şimdiki zaman ağır basıyor inmiyorum o motordan, inatla onunla çıkmaya çalışıyorum o yokuşu. Bir süre sonra başarmış oluyorum, buna yorgunluğumun dirayeti diyeyim. Afili olur. Tam yokuşu ineceğim, frenlerim tutmuyor fark ediyorum, her çıkışın bir inişi… O yüksek yokuş şimdi inilirse sonunda benim de dumanlarım çıkar. Fakat ne önemi var? Geciktirmeyeyim yükselişi, sonu, başlangıcı, ızdırabı… En güzeli taze olanıdır ızdırabın. İşte şurada bir duvar, tam çarpıp ölmelik, kırsana direksiyonu bekleme yokuşun sonunu diyorum ve boom! İki adam beliriyor karşımda birisi babam, diğerini tanımıyorum. Muhtemelen O da gelecek zamandan. Parmaklarımdan hiçbirisi yok artık fakat parmaklarım sormak istediğim soramadığım ve muhtemelen hiçbir devlet yöneticisinin cevabıyla ilgilenmediği bir gelecek zaman sorusuna, ölümün nasıllığına cevap veriyorlar. Bir ızdırabı sonsuzlaştırmaya dair inmeli, çıkmalı, sonunda çarpmalı bir yöntem keşfetmiş oluyorum böylece.

Gerçekten inilmemeliydi belki de o yokuş, o evde uyanılmamalıydı, o kapı çalmamalıydı, yarı yolda kalınmamalıydı ve bile bile yarı yolda kalacağını çıkılmamalıydı o yola. Tüm yolculuk kalemli parmaklar içindi oysa… Oysa şimdi bedensizim.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote

Bir cevap yazın