in

Çöküş

Ellerimdeki kanı yıkarken ani bir dürtüyle başımı kaldırıp aynaya baktım. Sanki arkamda biri beni izliyor gibi hissetmiştim. Ama hayır, bölme tamamen boştu. Bu saatte burada kimse olmazdı zaten. Burası öğrencilerin gündüz bile girmeye çekindikleri bir yerdi. Çoğu insan gerekli olduğuna inansa da korkuyordu. Birinci sınıflar buraya girme vakitleri gelene kadar uzaktan izleyip kendi aralarında teoriler üretirken artık son sınıf olmuş öğrenciler tam yetkilerine rağmen mecbur kalmadıkça uzak kalmayı tercih ederlerdi. Hocalar ya da asistanlar ise bu saatte buraya uğrayacak kadar boş vakte sahip değillerdi ya da vakitlerini daha kaliteli geçirmeyi tercih ediyorlardı.

Vücuduma bulaşmış kanı tamamen temizledikten sonra külleri de alıp bölümden çıktım. Ben boş koridorda ilerlerken önümdeki ışık yanıyor, arkamdaki anında sönüyordu. Kendimi karanlıkla bütünleşmiş bir canavar tarafından kovalanıyormuş gibi hissettim. Fakat canavar bendim ve bunu biliyordum.

Eve sessizce girdim; ev arkadaşımı uyandırmak istemiyordum. Odama yönelmişken mutfaktan çıktı ve kahve isteyip istemediğimi sordu. Görünüşe göre ders çalışıyordu. Uzun zaman önce birbirimize eve neden geç döndüğümüzü sormayı bırakmıştık. O genelde kütüphanede oluyordu, bense hastanede. Başlarda ikimiz de çalışma hevesiyle doluyduk. O kendini teorik olarak tam hissetmeyi tercih ediyordu; ben ise gözlemlemeyi. O hevesini korudu; iyi bir akademisyen olacaktı, bunu biliyordum. Benim ise ilgi alanım doktorları gözlemleyerek bir şeyler öğrenme isteğinden başka yere kaymıştı zamanla.

Robotumsu hareketlerle günlük rutinimin son işleyişini yerine getirip yatağa uzandım. Gözlerimi boşluğa diktiğimde bir çift göz gözümün önünden gitmiyordu. Minik bir keseye doldurduğum külleri elime aldım ve elimdeki külün sahibini düşündüm. Bir kimliği falan yoktu; varlığı bile yoktu. Ben yaratmış ve ben yok etmiştim.

Tüm bunların nasıl başladığını düşündüm. Fakülteye başladığım ilk gün gözlerimin önündeydi. Nasıl heyecanlı ve insanların hayatını kurtaracağım için nasıl mutluydum. Bu kadar heves, idealizm… Asla hiçbir varlığa zarar vermemek için kendime ettiğim yeminler…

Herhangi bir varlığa zarar vermediğimi tekrarladım kendime. Bir varlık değildi. Elimdeki küller aksini söylemek istercesine keseye sürtüyordu.

İlk kez bölmelere girdiğim anı düşündüm gözlerimi kapayıp. Fakülteye başlayalı üç ay kadar olmuştu. Anatomiyle ilgili teorik derslerin yanında bölmelerin işleyişiyle ilgili teorik dersler de görüyorduk. Ama ne kadar anlatılırsa anlatılsın hiçbir şey beni o ilk ana hazırlayamazdı. Bütün protokolleri defalarca tekrar edip ezberlemiştik. Ne yapmamız gerektiğini iyi biliyorduk. Ayrıca artık sadece üç boyutlu programlar ve maketlerde gördüğümüz organların gerçeğini görme vaktimiz çoktan gelmişti. Görev basitti ve koca bir günümüz vardı. İstediğimiz zaman istediğimiz kadar mola verebilirdik. Günün sonunda görevi tamamlamamız yeterliydi. Görevse teoride gerçekten çok basitti: Bir iskelet sistemi oluşturacak ve sonra onu parçalayıp teorik bilgileri onlar üzerinde anlatacağımız bir video hazırlayacaktık, bölmeye girince bir tuşla kaydı başlatabiliyorduk. Bölmeler bunun içindi zaten. Bir hücre, doku, organ ya da organizmanın tamamı; ne istersek yaratabiliyorduk. Organizmaya farkındalık dahi verebiliyorduk; bizimle konuşabilir, gülebilir ya da ağlayabilirdi. Bu sistemin gelişmesi çok uzun zaman almıştı ve ilk amacı hastalıklar üzerinde çalışırken hayvanların ya da insanların denek olarak kullanılmasını engellemekti. Zamanla gelişti, yaygınlaştı ve eğitimin de bir parçası oldu. Artık öğrenciler onlarca yıl önce ölmüş kadavralardan bir şeyler anlamak için çabalamak zorunda değildi ya da hastalar tecrübesiz, daha önce hiç hasta görmemiş öğrenciler kendileriyle ilgileneceği için problem çıkarmıyorlardı. Çünkü öğrenciler hastayı görene kadar bölmelerde oluşturulmuş organizmaları tedavi ediyor; onların üstünde çalışıyor ve eğer bir şeyleri yanlış yaparlarsa onları öldürmüş oluyordu. İnsanlar bundan bir zarar görmüyordu.

İlk sene sadece organ parçaları oluşturuyor; onları parçalıyor, en ince yapıların anatomik özelliklerini inceliyorduk. Sistemleri tek tek birleştirsek de bütün sistemleri bir araya getirmiyorduk. Seneler geçtikçe önce sistemler birleşmeye başladı; sonra tüm sistemleri birleştirip farkındalık üzerinde etkisi olmayan hastalıklar için organizmaya farkındalık vermeden çalışmaya. Zamanla farkındalık ve kişilik özellikleri de verdik. Kendimizi her hasta profili için hazırlamak zorundaydık. Son sınıfa kadar bölmelere giriş yetkimiz sınırlıydı. Son sınıfta tam yetki alıyorduk. Gece ya da gündüz, ne zaman istersek.

Bu fikir aklıma ne zaman düştü tam olarak bilmiyorum. Kendimi bildim bileli unutulmayacak bir şey yapmak istemiştim. Bunu nasıl yapacağım ise saldırgan hastalara karşı tecrübe kazanmak için oluşturduğum organizmanın bana zarar vermesini engellemek için elime geçen bistüriyi boğazına sapladığım anda aklıma geldi. Amacım bu değildi. Ama o gerçek bir insan da değildi zaten. Evet, düşünüyordu, üstüme yürüyecek kadar bilinci vardı ama ona bu bilinci ben vermiştim; geri alan da olabilirdim. O an aklıma bunlar gelmedi, hayır. Organizmayı kazalar sonucu öldürdüğümüz ya da artık işe yaramayan organizmaları ortadan kaldırmak için yapılmış fırına götürürken düşündüğüm şey insanlar olarak ne kadar kırılgan olduğumuzdu. Zarar görmeye, ölmeye ne kadar yatkındık. Bir kaza, minicik bir kaza her şeyin sonu olabilirdi. Ve bu kırılganlığı o kadar kabullenmiştik ki bunu çözmek yerine kendimizin kopyalarıyla hastalıklara çözüm arıyorduk; kazaların yol açacağı hasarla nasıl başa çıkacağımızı çözmeye çalışıyorduk. Kazaların hasar vermesini önlemek fikrini kimse düşünmemişti. Kazaları önlemeye çalışıyorduk evet, ama dürüst olalım; insan sakar bir varlık. Var olduğumuz sürece kazalar da var olacak. Eğer hasarlarını önlemezsek belki sonumuzu bile getirebilirler. İşte her şey tam olarak bu düşünceyle başladı.

Neredeyse her gece bölmelere gitmeye, farklı kombinasyonlarla organizmalar oluşturmaya başladım. O gece hangi kaza için çalışacağımı belirliyordum. Örneğin yangın için organizmanın yanmasını önleyecek doğru oluşumu sağlamaya çalışıyordum. Normal deride olan maddelerin miktarıyla oynayarak deri oluşturuyor, sonra organizmayı ateşe veriyordum. Bilinci etkileyecek kazalar olmadıkça bilinç eklemiyordum. Amacım araştırma yapmaktı, işkence değil. Bir organı koruyacak bir yöntem bulduğumda tam bir insan bilincini de ekliyordum. Fakat sonuçlar felaketti. Bilinci eklediğimde öncesindeki tüm araştırmam çöpe gidiyordu. Çünkü nedenini tam olarak çözemediğim bir sebeple organ nerede olursa olsun onu vücudundan ayırmaya çalışıyordu. Oranlarda ne kadar oynarsam oynayayım, ne kadar değişiklik yaparsam yapayım fark etmiyordu. Korkunç çığlıklarla kalbine ulaşana kadar eline geçirdiği aletlerle ve aletleri ondan almayı başardığımda çıplak elleriyle göğsünü parçalayan organizmanın külleri hala elimdeydi. Ve bakışları… Bakışları gözümü kapatsam da gözümün önünden gitmiyordu.

Bu zamana kadar onlar benim için maketten ibaret olmuştu. Bilinci ekleyene kadar hepimiz için öyle oluyordu zaten. Birer maket. İlk gün hocamız böyle söylemişti. “Bunları birer maket olarak düşünün. Gerçeğin birebir kopyası ve sizin yaptığınız birer maket. Ama yine de maket.”

Bilinç ekleyeceğimiz ilk gün bir başka hocamızsa “Onlara karşı şefkatli olun, çünkü onlara bilinç veriyorsunuz. Fakat unutmamanız gereken bir diğer şeyse onlara bilinci sizin verdiğiniz. Bunu gerçek insanlara zarar vermemek için yapıyorsunuz. Onların bir simülasyon olduğunu düşünün. Bir simülasyondaki bir şeyi öldürdüğünüz için üzülmezsiniz, değil mi?” demişti. Başlarda herkes kendini kötü hissediyordu. Ama zamanla geçiyordu bu durum. Eskilerin deney sıçanını öldürmesi gibi. Ölen sıçanlar için kimse yas tutmuyordu, yeni bir sıçan alıp devam ediyordu.

Bu geceye kadar benim için de öyleydi. Bir organizmayı yaratıyor, öldürüyor ve ertesi gece bir başkasını yaratıyordum. Bunlar sadece deney yaparken öldürdüklerimdi. Ayrıca mesai saatleri içinde o günün hastalığını tedavi etmeye çalışırken öldürdüğümüz sayısız organizma oluyordu.

Artık onlara organizma diyebilir miyim bilmiyordum. Bakışlar… Son derece bilinçli ve korkunç bir acı içindeki bakışlar. O kadar acı içinde ve o kadar çaresiz ki hesap bile soramayacak bakışlar…

Bugüne kadar kaç organizmanın bilinç, kişilik verilip deneyler sonucu öldürüldüğünü düşündüm. Hesaplamaya çalıştım ama hesaplamak imkansızdı. İşi biten organizmalar dahi yakılıyordu; insanların dünyasında insanlardan başka canlılara yer yoktu. İlk senemi düşündüm. İnsanları kurtarma isteğimi ve hiçbir varlığa zarar vermeme yeminimi. Bir seçim yapmam gerekiyordu. İnsanları kurtarmak istiyorsam devam etmeliydim. Gizlice yaptığım korkunç deneylere değil, fakülteye. Doktor olduktan sonra araştırmalardan uzak durmak için elimden geleni yapabilirdim evet, ama tamamen uzaklaşamazdım. Ya da hiçbir varlığa zarar vermeme yeminime uyup fakülteyi bırakacaktım.

Zihnimde belki de binlerce yıldır tıbbın en temel ilkelerinden biri adeta yankılandı. “Primum non nocere.” “Önce zarar verme.”

Şimdiye kadar bulduğum her bulguyu kaydettiğim defterle beraber videoları da çıkardım. Her videoda acı o kadar belirgindi ki bunu onca zaman göremediğim gerçeği adeta boğazımı sıkıyordu. Bu sistemin neden devam etmemesi gerektiğini anlatan uzun mektuplar, dilekçeler kaleme aldım. Birilerinin dinleyeceğini ummak çok çocukça geldiği için bütün bunları tüm medyaya gönderdim. Ama hala yeteri kadar dikkat çekmeyeceğini biliyorum. Daha çarpıcı bir şey yapmam gerek. Bir yere geç kalıyormuş gibi aceleyle evden çıktım. Veda etmem gereken herkes için ayrı bir not bırakmayı ihmal etmeyişim garip evet, ama biz insanlar garibiz zaten. Bölmelerin kapısına geldiğimde gönderdiğim belgelerin ulaşması gereken yerlere ulaştığından emindim. Bir çift göz eşliğinde kendimi çatıdan boşluğa bıraktım.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Sarı Yazar

Written by Ezgi Esra Durğut

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Hayatta yazmaktan başka çıkış bulamayanlardan, kelimelerle sığınak yapanlardan. Herkes kadar yalnız, herkes kadar kalabalık bir kaç cümleden ibaret.

Bir cevap yazın