in

Doğanın mimarı, bu toprakların ak altını

3.Bölüm: Doğanın Mimarı Bu toprakların Ak Altını

Doğanın Mimarı Mermerin yaşam çarkında nerede durduğunu anlayabilmek adına kaleme aldığımız yazı dizimizin birinci bölümünde tarihin en büyük uygarlıklarının onu keşif ettikten itibaren; doğanın mimarına sunduğu payeyi değerlendirdik. İkinci bölümümüzde ise verilen değere karşı doğanın mimarının sunduğu cömertliği gördük.

Tarihten bu yana gelen Pers İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Hellenistik Dönemin çağın ilerisindeki uygarlıklarından bahs ederken; yolumuz atalarımızın topraklarına düşecek ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunun ihtişamlı dönemi ardından Osmanlı İmparatorluğunun doğanın mimarı ile tanışma hikâyesinin büyüleyici öyküsü, doğanın mimarına verdiğimiz önemi; bize rüzgârın yüzümüze değdiği andaki serinlik duygusunun heyecanı gibi anımsatacak.

Kadim Geçmişin En Zengin Kader Ortaklığı

Atalarımız doğanın mimarı ile tanışmadan evvel; topraklarımızda bulunan mermer yatakları Anadolu Yarımadası’nı yurt edinen tüm uygarlıklar tarafından hazine kabul edilmiştir. Roma ve Bizans İmparatorluğun en değerlisi ak altın Osmanlı ve Selçuklu İmparatorluğu döneminde paylaşılamaz bir güzellik olarak atfedilmiştir.

Roma’nın ihtişamına şahit olan Selçuklu böyle bir güzellikten mahrum kalmamak adına inşaa ettiği sarayların, hamamların, cami ve medreselerin baş mimarlık görevini doğanın mimarına emanet etmiştir.

Atalarımızın ilk görüşte güzelliğiyle mest olduğu ak altın aslında Anadolu’da ilk çağlardan bu yana gizemli bir kuytuda onları beklemekteydi. M.Ö. ve M.S. 7. Yüzyıllar arasında Anadolu mermer yataklarının en büyük konak evi olmuştur. Ak altının bu dönemine bütün uygarlıklar altın çağ adını vermişlerdir.

Burada aklınıza şu sorunun geldiğini duyar gibiyim. Peki, altın çağ neden M.S. 7. Yüzyılda sona erdi? Sizleri fazla merakta bırakmadan bunun sebebinin doğanın kendisi olduğunu söyleyebilirim. Ama bunu söylemek sadece suçu doğaya atmak olacaktır. Oysa insanoğlu bu suçu paylaşmak zorunda.7.yüzyılda yaşanan büyük depremler bizi doğanın mimarına ulaşmaktan bir süre alı koyarken; kendi tatminsizliğimiz yüzünden başlattığımız akınlar, savaşlar ve göçler; bizi sevgiden, sanattan ve doğanın mimarının bize sunduklarından ayıran en büyük duvar olmuştur.

7 Tepe İstanbul’da Baş Mimar Doğanın Mimarı

Doğanın mimarına ulaşmanın zor olduğu dönemlerde bile Osmanlı İmparatorluğu bu saf güzellikten vaz geçemedi. Hüküm sürdüğü dönemde gözde şehri İstanbul’u şekillendirirken kullandığı temel mücevher ak altındı. Beyaz Mermerin beşiği ve cenneti Marmara Adası’ndan elde ettiği ak altın ile şehrini bir çağın ötesine taşıdı. Dönem Padişahlarının konakladığı yeri sanat eserine çevirmek için mimarlar Kazova (Tokat ) bölgesinden İstanbul’a limon renkli onyx mermeri nakil ettiler. Osmanlı doğanın mimarına öyle bir aşkla bağlandı ki; o neredeyse aradı, buldu ve onun başköşedeki yerini kimseye vermedi.

Doğanın Mimarı dünya medeniyetlerine sadece ak altını sunmadı. O kadar cömertti ki renklerin sihirli dünyasını insanoğlunun ayağına getirdi. Bugün beton, kireç ve demirden oluşan soğuk ve karamsar İstanbul Mega kenti geçmişine ağlarken belki de denizlerin yükselmesinde büyük katkı sağlamıştır.

Şimdi size “Öyle bir İstanbul Hayal Edin ki “ diye sesleneceğim ama öyle bir İstanbul hayal edemezsiniz. Biz İstanbul’un o güzelliğini gören şanslı nesil olamadık. Doğanın Mimarı Konstantinapol’e bütün nimetlerini sundu.

Karacabey’den siyah altın, Marmara Adası’ndan ak altın, Elazığ’dan Vişne, Vize’den pembe altın, Uşak’tan sarı ve Yeşil altın, Yatağan’dan Pembe Rüya, Egenin bordosu, kahvesi, Balıkesir’in Onyx i, Ayvalık’ın graniti ve topraklarımızın daha binlerce rengi ve nimeti…

İşte dillere destan Konstantinapol bu renklerle şekillendi.

Altınları Yağmaladık Altın Olduğunu Anlamadan

Kaç nesil geçti üzerinden Konstantinapol’ün ihtişamı ve güzelliğine ulaşmak arzusu ile heba olan. Kimler istemedi ki bu şehri, hangi uygarlıklar ona ulaşmak için ne fedakârlıklarda bulunmadı ki. Ama bu şehir Peygamber Efendimizin Kuran-ı Kerim’de müjdelediği hayırlı Kumandan Fatih Sultan Mehmet’e nasip oldu asırlar sonra.

İşte uzun zamandan sonra ilk defa gülüyordu doğanın mimarının yüzü. Yüzyıllardır süre gelen kuşatmalar, yıkımlar, yağmalamalar sonunda şehir doğru ellerdeydi.

Yolda yürürken bir altın gördünüz, ayağınızla bir tekme vurup yolunuza devam eder misiniz? Ya da bir gömü bulsanız, dünyanın en şanslı insanı olduğunuz düşüncesi peşinizi bırakır mı? İki sorumuzun da cevabı aşikâr, çünkü biz akıllı ve öngören insanlarız.

Maalesef yüzyıllar boyunca İstanbul’u yağmalayanlar o kadar akıllı değillerdi. Ak altından hamamları, çeşmeleri yıktılar; pembe altından medrese işlemelerini parçaladılar; sarı yeşil altın sütunlu kervansarayları yağmaladılar. Doğanın mimarının emeği çamura dönüştü ve o çamur insanlığın içini sarıp sarmaladı.

Bu sefer doğanın mimarı kurbandı ve İstanbul’da onun kurtarıcısı Osmanlı İmparatorluğunun Hayırlı kumandanı Fatih Sultan Mehmet Han olacaktı. Aynı Mısır ve Suriye’nin Sultanı Selahaddin Eyyubi gibi.

Kudüs’e seyahatim sırasında buna kendi gözlerim ile şahit olduğum için söz etmek istedim. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük Müslüman Kumandanlarından biri olan Selahaddin Eyyubi, Müslümanlığın asla unutulmaması adına gittiği her yerde ya bir cami, bir mescit, bir kervansaray ya da en kötü ihtimalle bir çeşme yaptırmış ve bu konuda en büyük yardımcısı doğanın mimarı olmuştur.

Nice sultanlar, nice büyük kumandanların doğanın mimarına duyduğu en büyük minnet günümüze kadar ulaşan eserlerin ihtişamında gizlidir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fetih ettikten sonra bir tane sanat eserine zarar vermemiş, bir tane değerli kaideyi yerinden oynatmamıştır.

Doğanın mimarına sunulan bu tevazu Osmanlı İmparatorluğu dönemi boyunca asla bozulmadan devam etmiştir. Ancak doğanın mimarının yeni tanışacağı bir kavram onun bu ihtişam yolculuğunda geri plana atacaktır. Genç Cumhuriyetin kuruluşu ile baş gösteren ekonomik sıkıntılar doğanın mimarını yüzyıllar önce olduğu gibi kuytu bir köşede uyumaya zorunlu kılacaktır.

Bir sonraki bölümümüzde doğanın mimarının mermer olduğunu kesin olarak kanıtlayan bazı eserlerin ayrıntılarında heyecanlı bir yolculuğa çıkacak ve toprağımızın evladı Kavaklıdere mermerciliğinin başlangıç serüvenin de mola vereceğiz. Yazı dizimizi lütfen takip etmeye devam edin.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Okur

Written by Burak ALTINSOY

Adım Burak Altınsoy.13.06.1981 yılında İstanbul’da yağmurun ardından güneşli bir güne doğdum.Küçük yaşta yazma arzusu beni örümceğin ağına takılan bir karınca gibi ele geçirdi.10 yaşımda ilk şiirimi yazdım,ardından bir tane daha derken 2000 senesinde “Yalnızlar Rıhtımı” adlı bir şiir kitabım oldu.Yazmanın büyük güç olduğunu öğrendiğim günlerde,hayatımın değişimi mutlulukla sarmaladı beni.

Yazdığım dergi ve köşelerde insanların beni okuyarak aşk tazelediklerini gördüm.Ardından biraz daha büyüdüm ve yazdıklarımda büyüdü.2008 yılında “Çanakkale Savaşları Rehberi” derlemesinin ardından BK design ve Altur dergilerinin editör yardımcılığı

ile yazma konusunu boyutlandırdım. 20 senedir iş hayatımda Şehir Işıkları,Gama Reklam,Tasarium Ajans gibi güzide firmalarda yönetici düzeyinde yer aldıktan sonra Fırat Plastik Kuruluşunun 6 yıl reklam koordinatörlüğünü üstlendim.Bu güzel altı yılın sonunda

nefes dahi alamadığım İstanbul’dan memleketim olan Ege’nin cenneti Muğla’ya taşındım.Şimdi yeni bir serüven,yeni bir hayat!Memleketim bana kucak açtı.Yenilediğim yaşamıma Çobanlar Holding’in Kurumsal İletişim Müdürü olarak başladım.

Evliyim ve bir çocuk babasıyım.Oğlum kadar çocuk ruhlu ve Mecnun kadar eşime aşığım.Ayrıca tarihi savaş filmleri ve otomatik saat koleksiyoneriyim.Derin bir nefes aldım ve yazmaya başladım.Kaldığım yerden devam ediyorum.

Bir cevap yazın