in

Esarette İlk Gece

Akşam karanlığı demir parmaklıklardan içeri sızıyordu. Bir gün daha bitiyor. Esarette geriye ne kadar gün kaldı ? Duvar dibindeki yatakta oturmuş, sırtını duvara dayayan, elli yaşlarındaki sakallı adam saatine baktı.

– Ne yapıyorsun sen be ? Dökül bakayım.

– Bir şey almadım ben.

– Yalan söylüyorsun …….. !

– Sakin, sakin. Bir durulun !

Sarhoş Mehmet ile Gürcü Osman, birbirlerinden zorla ayrılmışlardı. Birbirlerine sövüp duruyorlardı.

– Kapatın bir çenenizi be ! Ağzınızdan küfürden başka bir şey çıkmaz !

Bu gürültü arasında birden demir kapı hareketlendi. İçeriye eli sopalı iki gardiyan ve elinde bir tahtadan bavul olan, yirmi beş yaşlarında bir delikanlı girdi. Gardiyanlardan biri, köşe başındaki ranzanın üst tarafını gösterdikten sonra:

– Hadi yerleş yerine ! Allah kurtarsın ! dedi. Demir kapı gürültüyle kapandı yeniden.

– Allah kurtarsın kardeş !

– Allah kurtarsın !

– Allah kurtarsın !

– Hoşgeldin birader, Allah kurtarsın !

Delikanlı, ilkin boş gözlerle etrafına bakındı. Ağzından yalnızca ‘ Eyvallah, sağolun. ‘ çıktı, işaret edilen köşesine geçiyordu ki ansızın önüne biri çıktı:

– Orada duracaksın evlat ! Senin yerin burası değil. Aha da orası, dedi. Eliyle duvar dibindeki bir başka ranzanın altını işaret etti. Demirlerin üzerinde örümcekler geziniyordu.

– Ama gardiyan bana buraya geçmemi söylemişti.

– Gardiyan olacak o ayının dediğiyle iş yapılmaz burada. Burada kanun başka işler. Burası, Büyük Abi’nin yeridir.

Büyük Abi dediği adam koğuşun ortasında, masanın yanına kurulmuş, bıçakla elma soyuyordu. Delikanlı bir şey söylemedi, işaret edilen yere geçti. Fakat az önce önüne geçen adam yine peşini bırakmıyor:

– Bütün eşyan bu mu ?

Delikanlı, bu adama anlamsızca baktı. Nereden çıktıysa bre bu Büyük Abi de ? Baş sallamakla yetindi.

Akşamın karanlığı iyiden iyiye çökmüştü. Kazanlar kaynamıştı. Tüm koğuş yemek masalarının başına üşüşmüştü. Sakallı adam hala duvarın dibinde oturmuş, duruyordu. Gürcü Osman yanına geldi:

– Bre Haydar kaptan, yemeğe gelmeyecek misin ? Haydi, sofra hazır.

Haydar Kaptan’ın gözü o ara ranzaya uzanmış yatan delikanlıya takıldı.

– Haydar kaptan, hadi be ! Seni bekleyecek değiliz, aç öldük şurada. Çopur Mustafa öteki taraftan seslendi, pilavdan en büyük payı nasıl alabileceğinin derdindeydi.

– Ben mi dedim ulan size beni bekleyin diye ? Aç değiliz ki gelmiyoruz, diye tersledi Haydar kaptan. Delikanlıya ilişti gözü yine:

– Delikanlı, sen bir şey yemez misin ? Aç değil misin yoksa ?

– Yok dayı, sağolasın. Aç değilim. Sade biraz yatacağım.

Bu seslenme, Haydar Kaptan’ın hoşuna gitmişti. Burada kalmaktaydı yaklaşık kaç zamandır, tek bir gün tek bir kimse bile ona böyle konuşmamıştı. Yanındaki tespihi aldı, hızlıca sallamaya başladı.

– Sakin, yavaş ……… !

– Dağıtacağız herkese, dursanıza !

Kazanın başındaki iki adamın bağrışları kimseyi durdurmaya yetmemişti. Eline kaşığı alan, itiş kakış pilav kazanına saldırıyordu. Bir ara Gürcü Osman ile Çopur Mustafa’nın yaka paça birbirlerine girdikleri görüldü, Çopur Mustafa yüzüne yediği bir hamle ile yere düştü.

– Şimdi sıra bizde, anlamadın mı ? Üç kaşık yeter sana.

Derken pat diye bir ses duyuldu, delikanlı o tarafa dönünce gördüklerine inanamadı. Pilav kazanı yere düşmüş, içinde ne kadar pilav varsa hepsi yere saçılmıştı. Karnını doyuran köşesine çekiliyor, ötekileri arasındaki kavga halen devam ediyordu. Garip bir his duydu delikanlı, yeniden öte yana döndü. Haydar Kaptan ile göz göze geldi.

– Hep böyle mi olur ağabey ?

Bir garip tebessüm etti Haydar Kaptan, başını salladı.

– Ben neden bunlarla aynı masada yemek yemem ? İşte bu yüzden. En fazla kim mamalanacak, onun kavgasını yaparlar. Halbuki şurada tabaklar var, herkese bir kaşık var. Herkesin önüne o yemekten konacak değil mi ? Ama olmaz, mutlaka daha da fazlasını isterler. Gözleri hiç doymaz bu nankör heriflerin.

Delikanlı bir yanıt vermedi. Sağına soluna döndü, bir iki etrafına bakındı. Baktı ki uyku uyuyamayacak, kalktı yataktan. Yan tarafa astığı ceketinden bir paket çıkardı, bir sigara aldı. Çakmak bulamamıştı ki Haydar Kaptan’ın uzattığı çakmağı gördü.

– Yak bir sigara !

– Eyvallah.

Haydar Kaptan’ın yanına ilişti. Yemek kavgası bitmiş, ocakçılar sağı solu toparlıyorlardı. İçlerinden bir tanesi söylenip duruyordu bir yandan:

– Ne gözü doymaz herifler ! Bir kazan pilavın içine ettiler.

– Adın nedir senin ?

– Ali.

– Benim de bir oğlum vardı, onun da adı Ali. Kaç yıl oldu görmeyeli, kim bilir. Belki de senin gibi koca bir adam olmuştur.

– Hiç mi gelmezler görüşe ?

Haydar Kaptan acı acı güldü. O da bir sigara yaktı.

– Gelmezler. Onlar ta memleketin öte ucundadırlar.

– Sen neden düştün be ağabey ?

– Bir kabahatimiz oldu ki buradayız. Vaktiyle yasaklı bir meclise gitmiş, bir şiir okumuşuz. Nereden bilelim ki o şiir, yasaklı bir herifin olsun. O gecenin sabahı toplasınlar herkesi, sonra da burada buldum kendimi.

Derin bir nefes çekti.

– Senin kabahatin neydi ki buradasın ?

Delikanlı sigarasını söndürdü. Demir parmaklıklardan dışarı bakındı, içerisi hala ona yabancı mıydı ne ? Birden gözlerinin önünde o gece geldi Ali’nin… Aylardır evine kadar adım adım takip ettiği kurbanının nerede olduğunu, bir gece vakti evde iken, bakkalın çırağı gelip söylemişti. Her zaman gittiği kahvedeymiş meğer. Odasına girdi, üstünü giyindi, çekmecede sakladığı silahı alıp mermileri özenle yerleştirdi, beline taktı. Nereye gittiğini soran yaşlı annesine ve kardeşine sadece ‘ Allah’a emanet olun. ‘ deyip çıkmıştı. Gidecek ve kız kardeşini hayattan koparan o adamın yakasına yapışıp intikamını alacaktı. Nitekim öyle de yapmıştı. Kahveye girer girmez silahını belinden çıkarmış ve ‘ Ben affetmiyorum, belki Allah affeder. ‘ diye bağırıp gözünü kırpmadan üç el sıkmıştı. Bir tanesi alnının tam ortasına, ikisi de göğüs hizasına çarpmıştı. Nasıl da devrilmişti çuval gibi yan tarafa. Silahı hemen orada, masanın dibine bırakmış ve gelen polise zorluk çıkarmadan teslim olmuştu. Sorgu… Sorguya giren polise her şeyi anlatmıştı sakince. ‘ Yaptığımdan şu kadar pişmanlık duymuyorum, bacımın intikamını aldım. Gene olsa, gene yaparım. ‘ demişti.

Haydar Kaptan, bunun üstüne bir şey söylemek istemedi. Söylenecek bir şey de yoktu ya. Duvarların üzerinde göz gezdirdi. Gardiyanlar kapılara vuruyorlardı. Yatış saati mi, nedir bu ? Koğuş ağır ağır yataklara çekilmeye başlamıştı. Yalnız ne Haydar Kaptan’da, ne Ali’de uykudan eser yoktu. Delikanlı içten içe mırıldandı:

– Şu Allah’ın işine bak ! Şu dünyanın adaletine bak. Ama bu saatten sonra kaybedecek bir şeyim yok benim ağabey. Ama annem… Şimdi benden yana da… Kim bilir ne haldedir ? Öteki kardeşim. Zeynep… Ne yaparlar acaba iki garip ? Şu adalete bak.

Haydar Kaptan’ın esaretin ilk gecesinde söylediği o sözü delikanlı hiçbir zaman unutmayacaktı:

– Bu hayatta, bu düzende gücün kadar haklısın !

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Mehmet Metin

19 yaşında, hukuk öğrencisi. Uluslararası ilişkiler, yakın tarih, politika, edebiyat özel ilgi alanlarıdır. Kuru kalabalıklardan farklı düşünmeye çalışan, bu hayatta ayrıksı duran bir basit kimse. 2015 Adalet ve Dürüstlük konulu kompozisyon yarışmasında kaleme aldığı kompozisyon ile ikinci olmuştur.

Bir cevap yazın