in

Geçmiş hapishanesi

Arabayla giderken güneşin bizimle hareket etmesinden bizi takip ettiği sonucunu çıkarttığım, çocukluk günlerimden biriydi. Babam beni yanına almış, nereye gideceğimizi her zamanki gibi söylememişti. Garaj olmadığı için araba gün boyu güneş altında kalmıştı. Nereye dokunsam anında geri çekmek zorunda kalıyordum.

Yolumuza devam ederken sağ tarafta, koyunları güden çobanları ve kopeklerini görebiliyordum. Onların daha da arkasında uzanıp giden platolar, yandan bakıldığı zaman kumdan timsahlara benziyordu. Arabanın durduğunu hissettim, ardında da kontağı kapatan anahtarı duydum. Babamın ardından ben de indim. Kuşların uçtuğu ama kervanların geçmediği bir yerdi burası. Ha bir de güneş. Sol yanımda, çimentosuna müteahhitinin ruhsuzluğundan da katılmış, alçıları yer yer dökülmüş enlemesine baya geniş bir bina vardı. Elimi kaşlarıma siper edip binadaki yazıyı okumayı başardım: “Geçmiş Hapishanesi”. Gel, yanımdan ayrılma, dedi babam. Ben de onun peşi sıra gittim.

Binanın girişine geldiğimizde, her özel kurumun girişinde olduğu gibi bir güvenlik kulübesi ve bir de izin verildikten sonra yukarı doğru açılıp geçişi sağlayan uzun tahta vardı. Ama işin garip tarafı kulübede kimse yoktu. Tahta çürümüş, onu tutan mekanizma çoktan bozulmuştu. Hafif bir itmeyle tahta hemen yere düştü zaten. Binaya kadar uzun yeşillikli bir yolu yürüdük. Bina ile bu iç açan yolun arasındaki tezatlığı hâlâ da hatırlarım. “Olur da bir suç işleseydim.” dedim içimden. “Olur da bir suç işleseydim, bir duyduğum pişmanlığa sitem ederdim, bir de şu güzelliği solumamı, dolaşma saatini geciktirerek engel olan gardiyana.

Nihayet binanın içine girdik. Bakımsızdı, tek kelimeyle. Girişte aşağıya inen merdivenin yanındaki duvarsa koğuşların listesi vardı. Ama yalnız bir koğuşun adı yazıyordu: Pişmanlık.

Merdivenlerden korkarak aşağıya indiğimi hatırlıyorum. Bir sebebi varsa oda o yanıp yanıp sönen sinir bozucu floresan lambalardı. Nihayet alt kata indik. Önümde upuzun bir koridor uzanıyordu. İçeri hava ve güneş ışığı girmesi için yapılmış kare pencerede bir güvercinle bakıştık bir süre. Koridora girişimde attığım ilk adımla uçup gitti. Açıkçası nedendir bilinmez, arabadan inmemden bu ana kadarki gördüğüm genel manzara bana buranın terkedilmiş bir yer olduğu hissi yaratmıştı, ta ki ilk hücrede bir hükümlüyü görene kadar. Yatağında sonsuza bakar gibi oturuyordu. Bizi hiç farketmedi bile ya da ben öyle sanıyordum. Ama garip olan bir şey vardı. Evet evet hem de çok garip. Parmaklık yoktu! Bildiğimiz, aklını kaçırmak üzere olan bir hükümlülerin, o iki soğuk demir arasından gardiyanın anahtarını çalmayı planladığı parmaklığı yoktu. İstese çıkıp gidebilirdi, binada kimse yoktu, kapıda güvenlik yoktu, yiyeceği job yoktu, su ve kan toplayana kadar bileklerinde kalacak kelepçeler yoktu. Bu korkunç manzara karşısında bir kaç adım geri attım, bakışımın genişlemesiyle diğer hücrelerin de böyle olduğunu gördüm. Ama sonra sonra anladım. Burası Geçmiş Hapishanesi’nin Pişmanlık koğuşuydu. İnsanların kendi geçmişlerine tıkılıp kaldığını işte o gün öğrendim.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Eyüpcan Işık

Gökyüzü sinmiş hikayelerin fedaisi.

Bir cevap yazın