in

Operasyon: Akşam Yemeği

Dışarı fırlayarak çıkıp temiz havanın içine işlemesiyle kusması bir oldu. Sendeleye sendeleye çalıların oraya gidip orada halletti işini. Normalde yaşadığı olayların sadece belli başlı kısımlarını hatırlardı ama şimdi anı anına hatırlıyordu. Yirmi kişi girdikleri terörist mağarasından üç kişi çıkmışlardı. On kişi vurdu bugün. Ama onun fıtratında öldürmek yoktu. Birisine vurmak bile yoktu belkide. Çocukken giriştiği kavgalarda hep dayak yemesi bundan değil miydi? Gökyüzü kendini aklamaya çalışan bir grilikle kaplıydı. Kendilerini alacak olan helikopteri beklediklerinden çıkan her sesi helikopterin pervanesine benzetmeye çalışıyordu. “Evet, evet… Bu olmalı.” diyerek kendini sürekli kandırıyordu.

Birden gözünün önünden bir kask dağ eteğinden aşağıya doğru uçtu ve gözden kayboldu. Fırlatan silah arkadaşıydı. Evet, “silah arkadaşı”. İlk kez buraya gelirken görmüş, çatışmaktan adını sormaya bile fırsatı olmamıştı. Ağrıyan başı, çınlayan kulağına rağmen gözlerini biraz kısıp göğsündeki ismi okumaya çalıştı: John. Başını ellerinin arasına almış ileri geri sallanıyordu hıçkırarak. Diğeri ise “her şeye rağmen” kayalıkların üstüne çıkmış helikopterin gelip gelmediğine bakıyordu. Alnından yanağına doğru sıcak bir şey akıyordu. Biraz fazla kan kaybetmişti. Daha sonra yüzüne bir kaç damla daha damladı ama bunlar serindi. Bu yağmurdu, rahmet derdi annesi. Beraberinde küçük küçük dolu yağıyordu. Ne zaman bir tanesi hızlıca suratına gelse içeride üstüne doğru gelen el bombasını canlanıyordu gözünde.

-Geliyor, yemin olsun ki geliyor! , diye bağırmaya başladı umursamaz asker sağanak yağmurun içinde sesini duyurmaya çalışarak. Çok geçmeden pervane sesleri gelmeye başladı. “Bu sefer gerçek…” diye geçirdi içinden. Yağan yağmur içini titretti birden, tüyleri diken diken oldu. Gözleri dolmuştu. Sağ eliyle ağzını kapatıp hıçkırarak ağlamaya başladı. “Sen nasıl bir askersin?!” diye bağırdı umursamaza. Zor da olsa yerinden yavaşça kalkmaya başladı. Gözleri büyümüş, nefesi hızlanmıştı. ” Düşmeden son anda iki eliyle adamın yakasına tutunmayı başardı. Nefretle gözlerinin içine bakıyordu. ” Yirmi kişiydik anlıyor musun?! Ha!!! Onlar da bu helikoptere binmeyi bizim kadar hak etti. Yirmi kişiydik, yirmi… Anlıyor mu- musun?” sonlara doğru hıçkırıklar boğdu tekrar. Umursamaz hiç bir şey diyememişti. Şimşek çakmasıyla yüzünün bir an kararıp aydınlanması umursamazı iyice korkutmuştu. Sonra iki asker adamın kollarının altına girdi ve inmiş olan helikoptere doğru götürmeye başladı yakayı tutan eller boşalırken. Her biri teker teker bindirildi helikoptere. Tekrar havalanırken son kez baktı mağaraya. Gri bulutlar mağarayı görünmez yapsa da o hep oraya baktı. Yolculuk boyunca kimse konuşmadı. Helikopter şehre geldiğinde o hala mağaranın olduğu yöne doğru bakıyordu. Tekrar iki asker kollarının altına girmek istedi ama o izin vermeyip kendi yürümek istedi. Bir kaç adım attı ki yere yığılıverdi. Askerler hemen yetişip yarı sürükler bir vaziyette binaya doğru götürürken son kez umursamaz ile göz göze geldi. Ama bu sefer uzun uzun bakmadı. Gözlerini bile açık tutmakta zorlanıyordu.

Kontrolleri bittikten sonra doktor ve bir refakatçi asker yardımıyla sivil kıyafetleri giydirildi. Askeri araçla eve doğru yola çıktılar. Yol boyunca gözleri dışarıda sabit bir noktaya dalmıştı. Sürekli “yirmi kişiydik… tam yirmi kişi…” diye tekrar ediyordu. Araba birden yavaşlamaya başladı, eve gelmişlerdi. Asker hızlıca arabadan inip onun olduğu kapıya geldi. Bu sefer eşler gibi koluna girip kapıya kadar eşlik etti. Kapıyı anahtarıyla açıp içeri girdi adam. Koridorda ilerleyip sağa döndü. Akşam yemeği yeniyordu. Bütün ailesi masadaydı. Onu gördüklerinde salona bir sessizlik çöktü. Zar zor herkesi saymaya başladı. Masada on bir, masanın etrafında oyuncaklarla oynayan altı çocuk vardı. Adam kapı eşiğinde donuk gözlerle tek şey diyebildi: Onlar da on yedi kişiydi.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Eyüpcan Işık

Gökyüzü sinmiş hikayelerin fedaisi.

Bir cevap yazın