in

Patika

Erkenden kalktı. Uzun zamandır hafta sonları erken kalkmıyordu. Sabahın sessizliği huzur getirdi yüreğine. Perdeyi açtı. Eve yeni taşındıklarında babasıyla beraber dikmiş olduğu söğüt ağacının yaprakları şimdi penceresinin önünden görülebiliyordu. Hafif hafif esen rüzgârın etkisiyle kurumuş yapraklar usulca yere düşüyorlardı. Gece yağmur yağmış olmalıydı ki dallarda damlalar asılıydı. Onların düşerken çıkarttığı pıt pıt veya şıp şıp sesini işitebiliyordu kafasının içinde. Ayrıca normalde gri olan kaldırım taşları sanki siyaha boyanmıştı. Bazı yerlerde su birikintileri oluşmuştu. Biriken sulara balıkçı çizmeleriyle zıpladığı çocukluk günleri geldi aklına.

Sonra, pencerenin önünde dalları uzayıp giden ve kalbine dokunan söğüdün arka planında, kocaman bir dünya olduğunu gördü: yeşil, sarı, turuncu renklerde bir orman. Sonbaharı sürdüren bir orman. Bir tablo, bir sanat eseri. Sonbahar; en sevdiği mevsim.

Dışarıda karanlık bir hava vardı. Yağmurun etkisiyle kararan yollar, gri ve kasvetli gökyüzü, uzaklarda, şehrin üstünde görünen sis… İçinde bir yerde olması gerektiğine inandığı kasveti aradı, zira bu havalar genelde karamsarlığa yatkın ruhunu boğar, yazmaya veya yazarken ağlamaya sürüklerdi. Ama bu sefer sıkıntının aksine huzurla dolduğunu, sakinleştiğini, buğulu camları silerken dinginleştiğini fark etti. Kimse uyanmadan mutfağa gidip bir kahve yapmayı ve söğüdünü oradan izlemeye devam etmeyi düşündü. Mutfağa çıktı, kahvesini hazırlarken özellikle acele etmemeye çalıştı. Saatlerin ilerlemeyi reddettiği ender zamanlardan biriydi sanki ve bu huzurlu zamanı olabildiğince doldurarak, düşüncelerine kendisine hükmetmelerine izin vererek geçirmek istiyordu. İsteğini de yaptı. Bilincinin onu derinliklere ve kendisinin de uzak olduğu iç dünyasına doğru çekmesine, yetişemeyeceği hızdaki düşüncelerine yetişme gayreti göstermemeye doğru temkinli bir adım attı.

Suyun kaynamasını beklerken bir sandalye çekti ve oturdu. Neden sonra, pencerenin önündeki bu söğüdün ardında gördüğü kocaman bir dünya olduğunu anımsadı. Ormanın içinde olmayı, yaprakları hışırdatarak ve müziğe ihtiyaç hissetmeden yürüdüğünü, zihnini burada evcil hayvanını dolaştırır gibi serbest bırakabileceğini düşündü. Bu fikir onu gülümsetti.

Yağmurluğunu giydi ve kahvesini termosa doldururken ormanda görebileceği değişik ağaçları ve bitkileri, belki şanslıysa o zamana kadar görmemiş olduğu hayvanları, bir ağacın yaşlı kabuklarına dokunmayı, yaprakların hışırtısını yüreğinde hissetmeyi, etraftaki ıslaklığı, damlaları, çiği, tek tük kuş seslerini, ürkütücü böcekleri, bulacağı bir patika yoldan geçerken oradan daha önce yürümüş olan şanslı insanları düşüneceğini, muhtemelen içmek yerine soğutacağı kahveyi hayal etti. “Ne tuhaf yaratığız,” diye düşündü, “bir şey olmadan dahi her şeyin farkına vardığımızı zannediyor, olabilecekleri az çok kestirdiğimize inanıyoruz. Bir de evlerin arasında kalmış küçücük bir orman bile bu kadar heyecanlanmamızı sağlayabiliyor iken onları iyice küçültüyoruz.” (Düşündüklerinin yalnız bu kısmını tırnak işareti içine almama müsaade etti.)

İnsanlığın epeydir uykuda olmasına alışmıştı ama insanların uykuda olması onu heyecanlandırıyor ve ormana gidiyor olmak yüreğinde gizlenmiş cesareti gün yüzüne çıkarıyordu. Evleri ve yolları geçti, ormana ulaştı ve içine doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Kırmızı-sarı-turuncu yapraklarla örtülü ağaçların arasında çok geçmeden kayboldu.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Elif Daşkaya

Bir cevap yazın