in

SANCI

Kadın ne kadardır aynanın karşısında durduğunu bilmiyordu. Gözleri kırmızı, yanaklarında gözyaşı izleri, bir elinde makasla baktı kendine.  Adamın çok sevdiği; öpmeye, koklamaya kıyamadığı saçlarına baktı. Eline aldı bir tutamı. Kapadı gözlerini. Elleri titriyordu, kalbinin titremesinin yanında neydi ki ellerinin titremesi? Kesti elindeki tutamı. Bir damla daha düştü yanağına. Ne garip. Hala gözyaşı vardı demek. Tükenmişken kadın, nasıl gözyaşları tükenmezdi? Bir makas darbesi, bir tutam saç, bir damla gözyaşı. Bir makas darbesi, bir tutam saç, bir damla gözyaşı daha…

Saçlarıyla birlikte acıları da gitsin istiyordu. Bunun öyle olması gerekmiyor muydu? Kalbindeki ağırlık azalmıyordu bir türlü. Yere düşen saçları yanıyordu, kalan saçları yanıyordu.

Tüm tutamlar bitince çöktü yavaşça yere. Çevresindeki saçlara baktı. Buz gibiydi dışarısı, biliyordu. Çırılçıplak çıksa dışarı, üşümezdi duyduğu hasret bu kadar yakarken. Ve cehennemde kat kat giysilerle olsa ısınmazdı yokluğun soğukluğuyla. İçi yanan bir kadın üşümez ama sarıldığı adamın yokluğunda donarak ölürmüş, anlıyordu.

Yaksa bu evi, tüm eşyaları… Yok etse her anıyı kurtulmazdı, biliyordu. Küçük bir kız olduğu zamanları özledi; canının yanmadığı, saçlarını kesmek zorunda kalmadığı…

Parmak uçları acıyordu; adamın sakallarına dokunduğu. Dudağının köşesi acıyordu;  adamın öptüğü.

Çıktı banyodan, bakışları yerde… Kaldırsa başını adamın hayaletine çarpardı; biliyordu. Kaldırsa başını bir adım daha atamazdı. Kaldırsa başını… Kaldırmadı. Kapıyı açtı son bir gayretle, attı kendini dışarı.

Güneş gözlerini yaktı. Soğuk kemiklerine sızdı. Bir kazak bir kot çıkmıştı dışarı. Montunu alacak, sarınacak kadar kendinde değildi ki. Bir cüzdanı bir kendisi işte… Taksi çevirdi yoldan, insanların bakışlarını fark etmeden.

Adresi mırıldandı hafifçe. Pencereye yasladı başını ardından, kapadı gözlerini. Taksici anlamıştı sanki acısının büyüklüğünü. Konuşmadı durana kadar. Kadın parayı uzatırken döndü. “Abla,” dedi. “Soğuk dışarısı.”

Boş baktı kadın. Soğuk muydu gerçekten? Üstüne baktı. Üşümesi bu yüzden miydi? Montunu giymiş olsa geçecek miydi titremesi? Çok geçti zaten artık. “Aklıma gelmedi,” diye mırıldandı yine de.

Taksici durdu bir an. Ardından kendi montunu verdi kadına itirazlara rağmen. “Ben sıcak arabadayım,” dedi. “Kimi kaybettiysen yanına gitmek için bu kadar aceleci olma. Zamanı gelince gelir alır zaten seni.”

Gülümsemeye çalıştı kadın kapıyı kapatırken. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadı.

“Başın sağ olsun, abla.”

Giden arabanın arkasından baktı bir süre. Isıtmıyordu işte mont. Soğuk değildi onun sorunu. Rüyada gibi ilerledi. Önceki geceden kalan su birikintilerine girdi farkına varmadan. Sular sıçrattı çevreye. Mezarların arasında yolunu bulmanın rahatsızlığını hissetti derinlerinde. Birkaç haftada bu kadar tanıdık gelmeli miydi buralar?

Mezar taşının önünde durdu. Islak toprağa baktı bir süre. Önceki günden kalma çiçekleri aldı ve bugün çiçek getirmeyi unuttuğunu fark etti. Bu farkındalık oldu son damlayı taşıran. Usul usul akan yaşlarla ilerledi ve mezar taşına dokundu soğuktan kıpkırmızı olmuş parmaklarıyla. Taştaki soğukluğu da emdi. “Gel artık,” diye fısıldadı hasretle. “Bu şaka çok uzadı Mehmet, gel artık.” Yavaşça çöktü. “Ya da beni de al. Yemin etmedik mi biz? Buraya kadar olamaz. Gel Mehmet. Ya gel ya beni de al yanına. Isınamıyorum. Eve sığamıyorum. Herkes acıyarak bakıyor bana Mehmet. Herkes senin ne kadar iyi biri olduğundan bahsediyor. Seni özleyeceklerini söylüyorlar. Beni anladıklarını, yanımda olduklarını… Nasıl anlayabilirler ki? Bana sarılıp sıcak evlerine dönüyorlar. Onları bekleyen eşlerine, çocuklarına ya da sevgililerine… Nasıl bilebilirler bir zamanlar senin varlığının ısıttığı o evde sensiz beklemeyi? Beni ayırma yanından. Yalvarırım ayırma beni. Ha toprağın altında ha üstünde, beraber olsak yeter. Yeter, biliyorsun.” Oturdu kenara. “Dün emlakçı aradı, biliyor musun? İstediğimiz gibi bir ev varmış. Parka yakın, büyük… Ne zaman bakmaya gelirsiniz diye sordu. Sadece ağladım. Cevap veremedim adama. Annem aldı telefonu elimden. Senin… Senin öldüğünü söyledi. Eve bakmaya gelemeyeceğimizi…  Parçalara ayrılayım ve sana karışayım istedim. Sabah uyanır uyanmaz da eve gittim. Sensiz girmek çok zor oldu içeri. Kızacağın bir şey yaptım. Yani hayatta olsan kızardın. Ölünce kızamıyorsun da, değil mi? Hala sevebiliyor musun ölünce? Hala seviyor musun beni?” Elini saçlarına götürdü. “Saçlarımı kestim sana gelmeden önce. Senin öptüğün saçlarıma rüzgar bile değmesin istedim. Montumu almayı da unutmuşum. Taksici kendi montunu verdi. Hala iyi insanlar var, biliyor musun Mehmet? Ama ısıtmıyor bu mont. O kadar derinden üşüyorum ki cehennem ısıtamaz beni. Ama daha iyiyim şimdi, sana daha yakınım ya o kadar üşümüyorum. Çok konuştum yine. Eskiden severdin sesimi, duyabiliyor musun şimdi?”

What do you think?

1 Beğeni
Upvote Downvote
Sarı Yazar

Written by Ezgi Esra Durğut

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Hayatta yazmaktan başka çıkış bulamayanlardan, kelimelerle sığınak yapanlardan. Herkes kadar yalnız, herkes kadar kalabalık bir kaç cümleden ibaret.

Bir cevap yazın

Bir Yorum