in

Söyle İbrâhim!

   Bir huzursuzluk hali var üstümde. Sanki savaştan zaferle dönen ama önünde yitip giden onca can’ın sorumluluğunu, hüznünü ve de en acısı yaşayamadıkları hayatları omuzlarında taşıyan savaşçı gibiyim. Cenk sonrası kelimeleri, cümlelere iskan ettim. Olmadı! Bir adım öteye gitmedi, şu gözleri dönmüş huzursuzluğum. Çünkü onun kızıl elması bambaşkaydı: uslanmaz yüreğim! Uğruna ne canlar dökmüştü, her defasında başka bedeni giyinmişti. Ne bahireler atlatmıştı. Ama yine de avının peşini bırakmayan kurt misali gözünü gönlüme diker, yüreğimin her köşesine  vehimleriyle hükmetmeye kalkardı. Sonunda teslim olurdum.

  Günlerden bir gün tülbentimi başıma sarıp üzerime basma elbisemi geçirip dingin ama devamlı kederimle sevilmemeye renk renk çaputlar bağladığım dilek ağacıma gittim. Nerede bana yakılmamış bir türkü işiteyim,  bana yazılmamış şiir görmeye göreyim kendi kendimi yerdim. O gün hıncımla keçilerimi salıp elime de hayal kırıklıklarımı tireyecek bir sopa alarak sarp kayalara tırmandım. Biraz yukarıda bizim köyün delisi İbrâhimi gördüm. Yanaklarım ayazdan al al olmuş bir şekilde tebessüm ediverdim. Ona ulaşmak için nefes nefese kalsam da ruhum bedenimin yakasından tutup çekiyordu. Ama ben İbrâhime meylettikçe benden biraz daha uzaklaşıyor. Belki sesimi duyar diye ‘Beni görüyor musun, ey İbrâhim? ‘ diye bağırdım. Gözlerimin içine donuk donuk baksa da ses çıkarmıyor. Azimle tekrardan ‘ Ey İbrâhim, şu kepaze gövdemi görüyor musun? Bak parmaklarıma, her gece keçilerimi sağmaktan nasır tuttu? Hem biraz süt verseler ama o da yok. Verdikleri sadece birkaç gün rahat uyku o kadar. Bari ellerimi görüver İbrâhim… ‘ diye seslendim.  Dağlarda yankılanan sesim bana geliyor. Ama İbrâhim bana ne geliyor ne beni görüyordu. Sadece işaret parmağıyla ‘gel’ yapıp yola koyuldu. Çaresiz başımı alıp titrek ellerimin arasındaki sopanın üzerine koydum. Aklıma allı pullu kurdelelerime astığım sevilmeme ağacım geldi. Hiddetlendim ‘ Öyle donuk donuk bakacağına sevgiyle baksaydı gözlerime elbette görecekti gövdemi. Ya da zihnimle boğuşup  zar zor sağdığım keçilerimin sütünü ikram etseydim. Ne zeki bulurdu beni, ellerimi tutmaya yeltense parmaklarımdaki nasırlardan ne çok çile çektiğimi anlardı. Ama İbrâhim, beni sevmedi. Ben de keçilerimi salıverdim…’ diye söylenirken her şeye rağmen beni çağırdığını anımsadım.Kalktım, yorgun umudumla yola düştüm. Yürüdüm, yürüdüm sonunda karşıma dağların ardından akan dereyle karşılaştım. Çoşkuyla akıyor, pür-i pak suyuyla sanki tüm kirlenişliğe başkaldırıyordu. Ne de olsa böyle  ince güzelliklerle isyan etmek sanatçının işiydi. Kimdi bu sanatçı, bunca insana rağmen zarafetiyle beni kendine nasıl mest ediyordu? Diye düşünürken su içmeye yeltendim ki sudaki yansımamı gördüm. İçimden keşke torosların arasında kıvrılan bir dere olsaydım. İhtiyacı olan bana uzandığında, ona asıl gerekli olan kendini gösterebilseydim. Kim gelirse gelsin, gittiğinde kendi saflığımdan eser miktar bile eksilmesem diye keşkeleniyordum. Ki birden gür sesiyle dere dillendi ‘ Bre nankör! İnsansın sen, insan. Hayatı boyunca dur durak bilmeden ilerleyen, kendini anlamak için başkasına eğilmeye muhtaç olan ve içinde tüm kainatı barındıran insan. Şimdi var git yoluna. Böyle hayıflanmak senin neyine?’dedi. Dilim tutulmuştu. Ne diyordu böyle bu dere hem beni görmüş müydü, görmek ve söylemek onun için mümkün müydü? İyi değildim, yorgunluk harap etmişti beni. Yine de İbrâhime kavuşmaktan vazgeçemiyordum. Ah benim akılsız başım…

  Tekrardan İbrâhimi gördüğümde ‘ Beni görüyor musun kurban olduğum? Söyle beni görüyor musun…’ diye haykırdım. Yine yüzüme donuk donuk baktı ve yoluna devam etti. Ona uzandığımda her defasında uzaklaşıyordu benden. Sanki gecenin gündüzü kovalaması gibi peşinden ayrılmıyordum. Ah beni bir kez görse aydınlanacağıma o kadar emindim ki…

 Başım yere eğilmiş bir yandan da ” Ne de olsa deli değil mi? Aptal! ” diye söylenerek yürürken ayağımla taşın birini olanca gücümle teptim. Taş; yuvarlandı, yuvarlandı sonunda yemyeşil bir ovada durdu. O da neydi bayrak gibi salınan buğday tarlasının ortasında, kocaman  bir ağaç; özgürlüğün timsali gibi yapayalnız duruyordu. Koştum sanki yıllar yılı görmediğim hasretime sarılır gibi kocaman gövdesini var gücümle sarıldım. İçim güvenle doldu, kendimi onunla konuşmaktan alıkoyamadım. Delice, ağaçla hasbihal ettim. Bir anda aklıma aniden düşen bir fikirle ayılmış gibi kollarımı gövdesinden çözüverdim. ” Ey ulu ağaç, ne vardı ben de senin gibi özgürce köklerimi en derine salabilseydim. Her gelen derinlerde nefes alabilmeme hayran kalıp gövdeme kocaman sarılsa, içi güvenle dolup benimle en deriniyle  delice konuşabilseydi.” Diye sızlanırken ağaç dillendi gür sesiyle ” Hey, hiçbir şeyi anlamaz rezil insan! Doğumunla bedenine tutsak düşmüş ruhunu salıversen değil özgürlüğün timsali, özgürlük sen olursun. Şu nankörlüğü bırakıp insanlara sarılsan tüm dünyan güvenle dolar da taşar. Alsan kalemi, tutup öpsen bu en güzel hasbihal olur. Yeter artık sızlanıp durma var git  yoluna…” dedikten sonra dalıyla enseme şaplağı indirdi. Doğruca yeri boyladım. Kalkıp İbrâhime koştum! Varlığımın nişanı bellediğim İbrâhime…

  Yürüdüm, yürüdüm… Sonunda güçsüzlükten dizlerimin üstüne çöktüm. Soluk soluğa ne vakittir yollardayım diye güneşe dönüp baktım. Ne göreyim İbrâhim gözlerini dikmiş bana bakıyor. Toparlanıp entarimi çırptım, başımdan düşen tülbentimi düzelttim. Tekrardan kalan gücümü toparlayıp “Söyle deli İbrâhim! Görüyor musun beni? Yoksa yok mu oldum ben, halim perişan artık evrenle konuşur oldum. Geldiğim yerde kimse sevmez oldu beni sanki hiç yokmuşum gibi davranıyorlar.Elini ayağını öpeyim İbrâhim beni gördüğünü söyle!’ İbrâhim kaşlarını çattı, gözlerini gözlerime bir mıh gibi dikip ” Ne zaman var oldun ki?Sen ömrün boyunca sevilmek istedin. Her şeyden şikayet ettin. Hiç sevmeye çalıştın mı? Hadi nankör seni! Yoluna bak…” dedi.Afalladım ama hemen kendimi savunmaya çalıştım. “Nasıl var olmam? Bak işte işitiyorsun beni, hem gözlerin gözlerimde, eminim beni görüyorsun. Varım ben İbrâhim, deme öyle…”diyebildim. Ellerim titriyordu. Yüzümü kapatıp ağlamaya başladım. Ne konuştuğunu bilmeden ” Hem allı pullu kurdelelerime sevilmemelerimi astığım bir ağacım bile oldu. Ki her gün yaratana beni seven bir kulunu göndersin diye yalvardım. Ne yani onca şeyi yaşamadım mı ben? Bak işte dualarım kabul oldu, bana seni gönderdi. Beni seviyorsun değil mi, İbrahim? Bak senin için hazırlandım, deli oldum, yollara düştüm. Ne olur beni gördüğünü söyle.”

  İbrâhimin kaşları iyice çatıldı.  Ardından benim gökkuşağı gibi olan dilek ağacımı ateşe verdi. Gözlerime inanamadım, içim ateşe düşmüştü. Gövdem alev alev yanarken yırtınıyor, dövünüyordum. Ama ne çare yok oluyordum!Bu hiçlik ateşiydi, fark ettiğimde kalmamıştım… Hıçkırıklar arasında;

    SÖYLE İBRÂHİM,

    GÖNLÜMÜ PUT SANIP DA KIRAN KİM?
not: Son cümle Asaf Halet Çelebi’ nin dizelerinden alıntıdır.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Melike Karagöz

Bir cevap yazın