in

Benim Hikayem

Not: Bu mektup adresine ulaşmadı.

Her şeye rağmen güzeldi o seneler. Çocukluğumda oynadığımız oyunlar, yaptığımız kabahatler, hatta bir keresinde arabanın kaportası çizildi diye babamdan ufak bir fiske yediğimi hiç unutmam.  İsmini tam hatırlayamadığım bir yerde oturuyorduk o zamanlar. Burası, daha çok seçkin kimselerin yaşadığı yerdi. Bürokratlar, memurlar otururdu ağırlıklı olarak. Biz de, babamın işi nedeniyle bu çevrenin içindeydik.

Buraya geldiğimizde daha altı yaşındaydım. O zaman ilk geldiğim zamanları hatırlamıyorum, zihnimi ne kadar zorlasam da bulup çıkaramıyorum. Semtteki en eski hatıralarım, sekiz dokuz yaşındayken oynadığım oyunlar. Bir keresinde top oynamak istediğimizde aşağı sokaklara gidip orada kaybolduğumuzu hatırlıyorum. Kaybolduğumuz yerler bizim oturduğumuz semte benzemeyen yerlerdi, bir kere oralarda apartman yoktu, tek katlı evler, kapkara kupkuru çocuklar, sokak köpekleri. Arkadaşlarımızla havlayıp peşimizden koşan bir köpekten kaçmak isterken, ara sokakların birinde ayağımın bir taşa takılıp yüz üstü yere düştüğümü de biliyorum. Ağzım, yüzüm, gözüm yara bere içindeydi, hele dizlerimi hiç sormayın. Üstümdeki kıyafetler toz içinde, pantolonun dizleri yırtılmış, dizlerimden fena halde kan akıyor, öyle bir can acısı şimdiye kadar yaşamadığımdan olsa gerek, oturduğum yerde ağladım bir hayli. Sonra eve döndüğümde ise hışım… Arkadaşlarımın babaları, babam nerede bu çocuklar diye bizi aramaya çıkmışlar. En son ben gelmiştim eve, saatler geçtikçe endişeler büsbütün artmış, mutfaktaki kül tablası sigara izmaritleriyle dolmuştu. Ne oldu peki sonra derseniz, önce ufak bir iki fiske ve azar, ardından yürü bakayım odana… Odadan çıkmama cezası. Bir hafta kadar sokak yüzü görmediğimi hatırlıyorum.

Okulların açılması yaklaştıkça tarifsiz bir heyecanla kuşanırdım. Okuluma, öğretmenlerime, arkadaşlarıma kavuşacaktım uzunca bir yaz tatilinin ardından. Ama tatil bitiyor diye de üzülmüyor değildim. Çok üzülürdüm okulların ilk açıldığı haftalarda, derslerden dolayı oyuna az zaman kalıyor diye. Hava güzel ama sen ders çalışmaya mecbursun, oyuna hiç vakit kalmıyor bazen, o zaman bunun ne anlamı vardı ki ? İşte o zamanlar, o saf çocukluğumla  ‘ Tanrım, ne olur bir an önce kış gelsin. ‘ diye içimden binlerce kez dua ederdim. Kış o zamanlar oralarda çok soğuk ve sert geçerdi. Kar öyle bir yağardı ki, yerde belki boyum kadar kar olurdu. Hava hep karanlıktı, hep kasvetliydi kışın, okuldan arta kalan zamanlarda sıkıca giyinir; eldivenlerimizi, atkılarımızı takar, dışarı çıkıp kartopu savaşı yapardık. Kar ile pekmezi karıştırınca öyle bir tat oluyordu ki… Kendimi bu tattan asla yoksun bırakamazdım, ama annem ve babam hep engel olurlardı. ‘ Boğazların üşür, hasta olursun sonra. Bak seni doktor amcaya da götürmeyiz, okula hasta hasta gidersin. ‘ diye bizi akıllarınca tehdit ederlerdi. Çocuğuz ya nasıl olsa, safız, böyle laflarda hemen yelkenleri suya indiririz. Baharla birlikte tekrar dirilirdi doğa, o ağır kış uykusundan uyanır, yine olanca canlılığıyla geri dönerdi. Resim derslerinde hep bahar ve yaz resimleri çizerdim, böyle ağaçlar, şöyle çiçekler, işte bunlar da oynayan çocuklar… Hatta bir keresinde resim öğretmenimiz, babama ‘ Bu çocuktaki yeteneğe şaşıyorum. Arkadaşları hep bambaşka resimler çizerler, o ise hep baharı, yazı çiziyor. Ama size söylemeliyim ki gerçekten büyük bir yetenek. Resimde epeyce ilerleyeceğine benziyor. ‘ demiş. Peki resimdeki bu ilerlemem sürdü mü ? Pek fazla sayılmaz. Gerçi hala o eski ilhamlarla, kalemi kağıda dokundurup kafamda var olan o fotoğrafı tüm ayrıntısıyla kağıda aktardığımda diyorum ki, ‘ Evet, hiçbir şey kaybetmedim. Ama hiçbir şey de elde etmedim. ‘. Müzik ile ilgilendim daha çok, mesela gitar kursuna gittim, keman çalmayı öğrendim. Müziğin, insanın varoluşunda yatan bir sanat olduğunu işte o zaman anladım.

Liseye başladığım zamanlar kanı deli akan, gözü kara gençlerden biri olmuştum. Bir keresinde bir kız yüzünden bir başka çocukla olan kavgamızı hatırlıyorum. Birbirimizi öyle tekme tokat dövmedik ama… Hatta ben ona, parmağımı sallayarak, ‘ Saat 15.30’da ders bitiyor nasıl olsa, arka bahçeye gel, orada hesabını göreyim. ‘ demiştim. İdarede bitti sonu, araya babam girdi, mesele zorlukla da olsa çözüldü.

–  Şuraya bak, kavga etmeyi öğrenmiş, bunu marifet sanıyor. Bacak kadar boyunla benim başımı belaya sokmaya mı niyetlisin sen ? Adam ol bak çocuk. ‘ diyordu babam. ‘ Utanmıyor musun okulda rezalet çıkarmaya, ne hakkın var başkalarını dövmeye ? Kız meselesiymiş. Ne ara büyüdün de bu işlere sıra geldi ha ? Çık yukarı, dersini çalış. ‘. Babam, nerede kime ne söylemesi gerektiğini çok iyi bilen bir adamdı, bu küçük söz savaşında yenilmiş olmanın burukluğu ve kızgınlığı içinde  yukarı çıkar, odama kapanırdım. Ders falan da çalışmazdım o zaman, sadece oturur, öyle kös kös tavana bakardım.

– Matematikte en berbat öğrencilerden birisi. ‘ diyordu matematik öğretmeni. Elinde kırmızı çizgilerle dolu sınav kağıdımı göstererek, ‘ Bu şekilde devam ederse, benden geçer not beklemesin. ‘.

– Melik, 05. ‘ diyordu geometri öğretmeni. Yalnızca bir üçgenin olduğu ilk soruda 5 puan ibaresi yazıyordu, üstüne üstlük ad soyad bölümüne ‘ Herhalde ad soyada 50 puan verirsiniz. ‘ diye yazmıştım.

– Fransız İhtilali kime karşı oldu ? Cevap: Sabaha karşı. Kusura bakmayın Mehmet Bey ama oğlunuz hiç de komik değil. ‘ diyordu tarih öğretmeni.

– Hiçbir arkadaşıyla uyumlu değil, arkadaşları ondan yaka silkiyor. ‘ demiş sınıf öğretmenimiz. Aynı zamanda edebiyat öğretmeniydi bu öğretmen, bugün edebiyat denince ilk aklıma gelen kişi halen bu gözlüklü, ihtiyar hocadır ki her hatırladığımda tarifi imkansız bir öfke duyarım.

– Bu böyle olmaz. ‘ diyordu babam anneme. ‘ Bu çocuk burada kaldığı müddetçe adam olmayacak. Anlaşıldı. Matematik, Geometri, Türkçe, Fizik, Kimya, Biyoloji, Coğrafya, Tarih, İngilizce. Aylardan daha aralık, bu çocuğun dokuz zayıfı var. Yarından tezi yok, bu çocuğu Güneş Koleji’ne kaydettirmekte fayda var. Hem yatılı okul. Disiplin gayet yerinde. Biraz burnu sürtülür, aklını başına toplar. ‘ Annem, bu olaylarda genelde pek konuşmazdı, babamı dinlerdi.

– Ben Güneş Koleji’ne gitmeyeceğim. Beni buradan kovamazsınız. ‘ diye kafa tutuyordum aklımca. Babama öyle bir bağırıyordum ki.. Babam, ayağa kalktı ve bana doğru yaklaştı, ‘ Öyle mi ? ‘ dedi, yüzüme o ağır eliyle bir tokat vurdu. Yakamdan tutup, ‘ Kes sesini. Ben ne diyorsam o olacak. Derslerine çalışmıyorsun, itlik kopukluk peşindesin, sonra da kalkmış bana kafa tutacaksın öyle mi ? Ben seni hizaya getirmeyi bilirim çocuk. Güzellikle de olsa zorla da olsa. ‘ demişti. O sözlerinden çok ondan az evvel attığı tokadın etkisi altındaydım daha, öyle bir tokattı ki bu… Ağlamamak için dişlerimi sıkıyor, belli etmemeye çalışıyordum, çünkü biliyordum ki bir erkek adamın öyle ulu orta yerde bir tokattan dolayı ağlaması, onun erkek adam olduğunu göstermez, şanına halel getirirdi ( ! ).

Güneş Koleji’nde okuduğum üç senenin ilki pek olaylı geçmişti. Evden çok uzakta olduğum için hafta sonları da buranın müdavimi idim ve sıkıntıdan patlıyordum. Kendimi bu aralar yazmaya verdim, bunlar daha çok basit, klişe sözlerden doğma, başarısız denemelerden ibaretti. Üç kere müdürün karşısına çıkmıştım, müdür üçünde de bana o klasik nutuklardan birini çeker, sonra da bir daha en ufak bir olaya karışmayacağıma, aksi takdirde en ağır cezayı alacağımı kabul ettiğime dair bir kağıt imzalatırdı.  ‘ Bu son olsun. ‘ derdi her seferinde, ama ardından her gelişimde de yine aynı sözü tekrarlardı. Yani okuldan kovulmak için şansımı zorluyordum adeta, müdür de beni yola sokmak için o kadar direniyordu. Sonrasında ne oldu derseniz, hakikaten hizaya geldim. Derslerime hiç olmadığı kadar sıkı bir şekilde asılmaya başladım, artık müdürün odasına kavgadan dolayı ceza almak, savunma yapmak için değil, başarılardan dolayı kutlama almaya gidiyordum. İki sene böyle geçti. İki senede nasıl böyle değiştim, inanın şu an ben bile bunun nasıl olduğuna inanamıyorum. Koleji bitirdiğim yıl Hacettepe Üniversitesi’ni kazanmıştım. Ama tıp daha ilk yıldan bana ağır gelmeye başlamıştı, doktorluğun bana has bir şey olmayacağını gün geçtikçe daha iyi anlıyordum. İstanbul’dan ha bire beni zorlayan telefonlar, mektuplar yağıyordu. Babam, ‘ Beni oraya getirtme, o okulu bitireceksin. ‘ deyip duruyordu. Ben ise yine o inatçılıkla ‘ Bu seni ilgilendirmez baba, okulu bırakacağım. ‘ diyordum. Dediğimi yaptım ve ikinci senenin sonunda okulu bıraktım. Bu sefer Galatasaray Üniversitesi Felsefe bölümüne girdim. Ve bitirdim. Almanya’ya gittim, orada üç sene kaldım.

Frankfurt’tayken bir sabah bir mesaj gelmişti bana. Kapıyı açtığımda karşımda dikilen iri yarı, gözlüklü bir postacı bozuk bir Türkçe ile ‘ Mesajınız var Bay Melik. ‘ demiş ve mektubu bırakıp gitmişti. Kimden gelmiş olabilir acaba diye baktım, kimden gelmiş olabilirdi ? Açtım, okudum. Sadece dört cümle yazılıydı:

Annemi ve babamı çarşamba günü trafik kazasında kaybettik. Senin gelmeni bekleyemeden defnettik, kusura bakma. Bir an önce buraya dönmeye çalış. Sevgilerle. Ağabeyin Murat. ‘

Ve o an bütün dünyam başıma yıkılmıştı. Oturdum, saatlerce kendime gelemedim. Ölümü yakıştıramıyordum onlara, hani her ölüm zamansızdır derler ya, bu da işte onun aynısı bir durumdu. İnanmakta güçlük çekiyordum. Bir mendili ağzıma tıktığımı, saatlerce sarsıla sarsıla ağladığımı hatırlıyorum. Ve o gece apar topar uçak bileti aldım, yurda döndüm.

İstanbul’a döndüğüm ilk vakitler, kendimi sudan çıkmış balık gibi hissettim. Gerçi hala da öyleyim. Boğazın bu eşsiz güzelliği, sokaklar, sahiller… Hiçbiri bende anlam bulamıyor. Bunu size yazmayı unuttuğum son anda aklıma geldi. Hay aksi. Umarım bir sorun olmaz diyorum. Annem, bana hep der dururdu. ‘ Şu üniversiteyi bir bitir hele, doktor ol, ondan sonra hemen seni evlendireceğim. Bir kız bulacağım sana. Bak, ağabeyine. Yıllarca bizden ayrı kaldı, hukuk okudu, avukat oldu. Evlendi, yuvasını kurdu. Parasını kazanıyor, karnını doyuruyor. Şimdi sıra sende. Sen de hele okulunu bitir, işe başla, senin de yuvanı kurduğunu görelim’. Oysa benim kafamda evlenmek gibi bir düşünce hiçbir zaman yoktu, hatta bahsi açıldığında da başka başka konulara girerek mevzuyu kapatmak için çaba sarf ederdim.

Yalan söylemenin bir anlamı yok, biri vardı aslında hayatımda. Duygu’nun kıvırcık saçları vardı, böyle omuzlarına dağılan kıvırcık saçları, mavi gözleri vardı. Evet, yalan söylemenin hiçbir alemi yok, ondan haz almıştım. Fakat bunu kendime itiraf edemiyordum. Duygu, bana başka başka sözlerle hitap ederdi, hiç adımı söylemezdi. Bunlar, çok hoş sözlerdi ama şu an hiçbirini anımsayamıyorum ( kendime kızıyorum ). Ben de ona benzer sözlerle karşılık verirdim. Ve buna rağmen pek bir şey olmadı aramızda. Açıkçası kabul etmeliyim ki bunu ben istemedim. Çünkü bu tatlı ortam, pek kısa sürmüş idi. Sonra birdenbire aramız koptu ve sadece birbirimize ‘ Merhaba. ‘ demekten öteye gidemedik. Evet, bunda yüzde yüz ben kabahatliyim tamamen benim… Nasıl desem, tamamen benden kaynaklanmış bir olaydı ve telafisi mümkün olmayan bir şeydi. Çok pişman oldum ve hala oluyorum. Ve Duygu’dan sonraki hiçbiriyle de doğru düzgün bir yakınlık kuramadım. Ne Burcu ile ne Handan ile ne de Deniz ile… Bir dönüp bakıyorum ki şimdi, yaşım otuz beş, ancak ben hala yerimde sayıyorum sanki.

Burada mektubumu sonlandırırken, son olarak şunu da yazayım. Geçen ay onunla son kez karşılaştım. Üstünde böyle süslü püslü giysiler vardı. Beni gördü, ben ilkin bir şey diyememiştim, birkaç saniye sonra ‘ Merhaba Duygu, beni tanıdın mı ? Melik ben. Hatırladın mı ? ‘ dedim. Elimi uzattım, o da ‘ Evet. ‘ dedi, elini uzattı. El sıkıştık.

–  Nasılsın, uzun bir süre oldu galiba görüşmeyeli. ‘ demişti.

–  Evet, öyle. ‘ demiştim ben de heyecanla. Ve biraz sonra bu ayaküstü sohbetin sonunda ona ‘ Bak eğer istiyorsan, bir gün beraber buluşup bir çay içebiliriz. ‘ diyordum ki o sırada bir çocuğun ‘ Anne. ‘ diye seslenişi.

–  Kızım Ceren. ‘ dedi. ‘ Neyse, bir daha görüşmek üzere. ‘ dedi ve ardına bile bakmadan gitti. Ben ise sadece onun arkasından bakakalmıştım. Ve yine pişmandım, hep pişmandım.

Evet, benim hikayem işte böyle. Ben buradayım, peki sen neredesin, senin hikayen ne sevgili okuyucum ?

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Mehmet Metin

19 yaşında, hukuk öğrencisi. Uluslararası ilişkiler, yakın tarih, politika, edebiyat özel ilgi alanlarıdır. Kuru kalabalıklardan farklı düşünmeye çalışan, bu hayatta ayrıksı duran bir basit kimse. 2015 Adalet ve Dürüstlük konulu kompozisyon yarışmasında kaleme aldığı kompozisyon ile ikinci olmuştur.

Bir cevap yazın

Bir Yorum