in

En son ne zaman kayboldun? /1

İlk kaybolduğun zamanı hatırlıyor musun?

Milyarlarca insan bir şekilde bir yerlerde mutlaka kayboluyor. Bu bazen bir dağda mantar ararken ve ya karıştırdığın bir sokakta ve yahut aşkın o gizem dolu serüveninde.

Eskiden denizciler okyanusların engin sularında.

Bir sufi hakikat yolunda.

O kadar çok kayıp olunacak yer, yön var ki ihtimalleri hesaplamak imkan dahilinde değil.

Oysa bizler zeki varlıklarız. Kaybolduğumuz yerde mutlaka bir çıkış yolu olduğunu biliyoruz. En basit haliyle kaybolduğumuz yerden geri gelerek bu durumdan çıkabilir yön değiştirerek gitmek istediğimiz hedefe ulaşabiliriz. Lakin bu o kadarda kolay olmayabiliyor bazen.

Mesela bir aşığı düşünelim. Gittiği o sevda yolunda aradığını bulamadı. Aşka inandığı ilk andan beri içinde o sevda şarkılarından oluşturduğu yol doğru yol değilmiş. Sonuç hayal kırıklığı. Şimdi aşık sokakta kaybolan bir kişi gibi geri dönemez. Geri dönmesi için zamanı geri alması gerek, mümkün mü? Hayır.

Aşık burada yeni bir yol çizmeli. Geldiği yolun üzerine yeni deneyimleriyle farklı ama bu sefer daha dikkatli bir yol çizer. Bu süreç ilk aşıklar için bazen oldukça zor olabiliyor. Lakin eskiye göre biraz daha olgunlaşıyor.

Bir Sezen şarkısı aklıma geliyor.

“Bize neler neler öğrettiler

Sevdalar üstüne

Aldatıldık aldatıldık

Sevda böyle değil”

Benim hatırlaya bildiğim ilk kaybolma zamanım henüz 8 yaşındayken Göksel abi ve Cüneyt ile dağa gezmeye gittiğimiz zamandı. Öğle vakti serin bir kış günüydü. Sanki dağ bizim yaşadığımız köymüş, oradan oraya başı boş bir canlı gibi dolaştık. Kış olduğu için gündüzler kısaydı. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan çöken sisin içinde yolumuzu bulamadık. Geri dönmek istedik lakin bir türlü yolu bulamadık. O yaşlarda korkunç bir tablo bir çocuk için. Bıraktığımız izleri aradık ama bulamadık. Korkuyla ve panikle hiç susmadan bağırmaya başladık. Hiç etrafı dinlemeden devamlı bağırıyorduk sonra yorulduk ve susarak bir ağaç parçasına oturduk. O an Göksel abi bir ses duyduğunu söyledi. Dikkatlice sessizleşip etrafı dinlediğimizde bunun bir ezan sesi olduğunu anlayarak sesin geldiği yöne doğru var gücümüzle koştuk. Nihayetinde yaşadığımız yere yakın başka bir köy yoluna çıktık. Oradan köy kahvesine giderek durumu anlattık ve Hakan abi pikapıyla bizi kendi köyümüze bıraktı. Sonrası mı? Çok temiz güzel bir dayak.

Ayrıca o zamana kadar ki en anlamlı tecrübe idi. Velhasıl kaybolduk ve sonra doğru yolu bulduk. Bunuda susarak ve etrafı dinleyerek başarmıştık. Diyeceğim o ki bazen çıkamıyorsan işin içinden, kaybolduğunu düşünüyorsan eğer sus ve etrafını dinle yardım almayı bil, doğadan, canlılardan ve insanlardan.

Bu basit bir yaşam tecrübesi.

Kim bilir sen hangi deryalar da kayboldun?

Biz insanlar hatta daha da genişletelim dünya üzerinde yaşayan tüm canlılar. Yaratılan herşey.

Ya biz gerçekten evrende kaybolduysak? Ya da evren kaybolduysa?

Nasıl yani?

Evren.. Kaybolmak.. Biz.. Elma?

Bu sadece bir hayal. Olur mu ya hu öyle şey diyenler muhakkak vardır.

Şimdi bi gün Nasreddin Hoca’ya komşusu bir soru sormuş.

-“Söylene hoca dünyanın ortası neresi?

“Hoca cevap vermiş

-“Tamda burası”

Komşusu

-“Ya hu atma hoca, nasıl burası olur?

“Evet hocada hepimizin bildiği o meşhur cevabı vermiş.

-“İnanmıyorsan .?.”

Benim ki de o hikaye.

Vel hasıl ucunu, başını, sonunu neredeyse hiç bir şeyini bilmediğimiz bir evrende yıllardır yaşıyoruz. Kaç nesil geçti, kaç mevsim değişti. Daha dünyanın yuvarlak olduğu dahi çokta uzak olmayan bir tarihte öğrendik ve en fazla yere düşen bozuk paramızı alabilecek kadar elimizi uzattık. Daha adım bile atamadık.

Öyle ki canımız sıkıldı ufuklara baktık. Kederlendik şarkılar söyledik. Tuğla tuğla kitaplar yazdık. İyisiyle kötüsüyle neler yaşandı. Bir elma cennetten kovulmamıza neden oldu. Adem ve havva elmayı ısırdı ve yaratıcı bizi buraya bıraktı.

Peki o elmaya ne oldu? Hiç soran oldu mu?

Belki de o elma Newton’un kafasına düşen elmaydı. Hani şu dünya tarihine adını altın harflerle yazdıran ve evreni anlama konusunda çığır açan mucid. Bilmiyoruz. Belki de o elma o elma. Yoksa oda mı kayboldu?

Eski tarihlerde nice kitaplar yazılmış. Yaratıcının kaybolduğunu dahi ileri süren insanlar olmuş. Kayıp kıta mu, atlantis? Yalnızlık da ve ya kalabalıklar da kaybolanlar.

Sahi kaybolmak nedir? Aramak yahut bulmak için önce gerçekleşmesi gereken olay mı?

Gerçekte herşey kaybolmak üzere mi yaratıldı?

Ya gerçekte kaybolduysa?

Tamam tamam. Paradoksa hiç gerek yok.

Kaybolmaktan korkmayalım. Kaybolmak insanı olgunlaştırır. Keşiflerin yolunu açar. Düşenmeye sevk eder. Bizleri geliştirir. Bence en önemlisi de sorgulamayı hatırlatır.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Şeref Uygun

Bir cevap yazın