in

Esnemek, Yola Çıkmak ve Karşılaşmak

Affedersiniz, Bu Alan Konforlu mu?

“Konfor alanı” kavramının üzerine artık o kadar çok eğilmiş mercek var ki kavramın kendisi bile huzursuz hissediyor olabilir. Pandemi günlerinden önce kişisel gelişim kitaplarında ve videolarında söylenegelen bir cümleydi “Konfor alanınızdan çıkın.” Lakin artık bu “çıkış” fiziksel olarak çok mümkün değil gibi gözüküyor, yani şey, başkalarının ve kendinizin sağlığını önemsiyorsanız tabi.

Geçtiğimiz günlerde, Ahmet Haşim’in köşe yazılarından ve Paris seyahatinde aldığı notlardan oluşan “Bize Göre” kitabını okudum. Özellikle köşe yazılarının yer aldığı birinci bölümde “Esnemek” adlı bir başlığa takıldı gözüm ve hemen okumaya başladım:

Teyakkuz halinde, yay gibi gerilmiş duran insan esneyemez. Esnemek, savaş ve müdafaa vaziyetini terk etmiş, tam bir emniyet içinde olduğunu hisseden vücudun mesut teslimiyetidir.

Bu satırlar, kitabı okumaya devam ettiğim günlerde de ne zaman esnesem aklıma gelir olmuştu ve her esnediğimde kendime şunu soruyordum artık: “Bu, çalışmaktan yorgun düşmüş bir zihnin hak edilmiş esnemesi mi, yoksa kısık sesli, iki üç saniye süren bir tembellik türküsü mü?” Genelde cevabım ikinci seçenekten yanaydı.

Ne kadar konfor alanında  kalırsak kalalım, bize her daim kendini hatırlatan, yer yer tadımızı kaçıran, tembelliğimizin ilk haftalarında ziyaretimize gelmese bile ikinci veya üçünü haftadan itibaren kapımızı çalmaya başlayan huzursuzluklarımız olduğunu düşünüyorum. Yazılması gereken bir makale, geliştirilmesi gereken bir İngilizce, “yurt dışında olsa çok güzel olurdu ya” denilen bir yüksek lisans, noksan olduğumuz bir beceriyi geliştirmek için almamız gereken kitaplar ve eğitimler… Konfor alanında bile uyuşmak ve huzursuz olmak arasında gidip geliyoruz yani.

Bizi Isıran Şeyler

Peki bu günlerde, herkesin yerden yere vurduğu konfor alanlarında dururken ne yapıyoruz? Daha doğrusu ne yapıyorum? Kitap okumam bunların başında geliyor sanırım ve elbette ilgimi çeken filmler, diziler de izliyorum. Ama “Hobileriniz nelerdir?” sorusuna cevap olarak yazılan, daha çok boş vakit aktivitesi olan okumaktan ve izlemekten bahsetmiyorum, okuduğum onca kitap arasında beni ısırdığını, bir şeyleri değiştirmem konusunda beni huzursuz etmeyi başaran kitaplardan ve filmlerden bahsediyorum. Kafka’ya atfedilen şu sözdür benim kastettiğim:

Bir kitap, içimizdeki donmuş denize düşen bir balta gibi olmalıdır.

Bu kitapların ve filmlerin ortak özelliği, içlerinde barındırdıkları olay örgüleri, müzikleri veya karakterleriyle bize, bizim hakkımızda bir yola davet mektubu uzatmalarıdır. Hatta bazen bu mektuplar o kadar mahremdir ki -çocukluk anılarınızla yüzleştirmiştir örneğin- izledikten sonra birkaç arkadaş film üzerine konuşurken sizi en çok etkileyen bu sahneyi paylaşamazsınız bile, özellikle de arkadaşlarınız kişilik analizi konusunda zekiyse ve PDR, psikoloji gibi bir bölümde okuyorsa. Sizin hakkınızda kuvvetli bir tahminde bulunmasından korkarsınız.

Kitap okumak, film ve dizi izlemek dışında ev içindeyken yapılabilecek bir diğer şey ise, bizi ısıran ve yakınımızdakilerle paylaşmaya korktuğumuz bu konuları terapötik bir spot ışığına tutarak mahiyetlerinin ne olduğunu daha iyi anlamak olabilir, yani psikolojik danışma almak.

Anne, Tek Başına Kaçarken Kendimi Yakaladım

Yazımın bu garip başlığını neden koyduğumu daha sonra açıklayacağım ama önce, bu “ısırılma” dediğim şeyi edebi bir metafor olmaktan çıkarıp biraz daha klinik bir çerçeveye oturtmak istiyorum. Bunun için sırasıyla iki kavrama değineceğim: Aktarım (transferans) ve karşılaşım (encountering).

Hoca ne diyorsun hoca? Bu kavramlar ne? Bir örnek vereyim. Diyelim ki sosyal medyayı sık kullanan birisiniz ve yüksek lisans dersi gereği, ücretsiz psikolojik danışma veren birisine denk geldiniz ve iletişime geçtiniz. O da danışan arayışında olduğu için sizi kabul etti ve online olarak ilk görüşmenizi yapmak için belli bir tarihte anlaştınız. Aslında danışma seansı ilk telefon görüşmesinden ve yazışmadan itibaren başlamış oldu böylece. Kendinizi o güne hazırlamaya, kafanızın içinde danışmana yaşadığınız sorunları anlattığınıza dair hayaller kurmaya başladınız. Nihayetinde o gün geldi çattı. Danışmanınız size Zoom bağlantı linkini gönderdi, tıkladınız ve işte, siz onu görüyorsunuz, o da sizi.

Her şey güzel gitmektedir aslında ama konuşmaya başladıktan sonra; bazen ilk oturumda, bezense diğer oturumlarda bir gariplik seziyor olabilirsiniz. Danışmanınız olan kişinin yüzü annenize, sesi eski sevgilinize veya jest ve mimikleri ise babanıza, halanıza, amcanıza benziyor olabilir. Hatta bir süre sonra benzetmekle kalmayıp danışmanınıza anneniz, sevgiliniz veya amcanızmış gibi davranır ve bu saydığımız kişilere yönelik duygularınız, düşünceleriniz ve özellikle de “açmazlarınız” neyse, ona da yansıtmaya başlarsınız. İşte önceki ilişki deneyimlerinizi danışmanınıza yönlendirmenize psikoterapi literatüründe aktarım, yani transferans deniyor.

Diğer kavramımız ise karşılaşım, yani daha doğal haliyle karşılaşma (encountering). Rollo May, “Yaratma Cesareti” kitabında karşılaşma kavramını bir kişinin bir göreve, bir etkinliğe ya da başka bir kişiye açık, yoğun ve emici katılım olarak ifade ediyor. Emici mi? Katılım mı? Nasıl yani?

Emici katılımdan kastedilen şey şudur: Bazen karşımızdaki kişide kendimizden o kadar çok şey buluruz ki ona biraz daha, biraz daha yaklaşmak isteriz. Ama sonra iki yıldızın birbiri içinde eriyip gitmesi gibi yok olmaktan korkar ve kendimizi ilişkiye tamamen bırakmaktan alıkoyarız. Etrafımızı kendi elimizle yerleştirdiğimiz  barikatlarla kapatırız ama bir süre sonra biz fark etmesek bile gelişimimizi engellemeye başlamıştır bu durum. İçi ılık kozanın dışına çıkmaktan ve tehlikesiyle, güzellikleriyle dünyayla yüzleşmekten korkuyoruzdur çünkü. Yazımın tam da bu kısmında yine Rollo May’den, fakat bu sefer”Varoluşun Keşfi” kitabından bir alıntı aktarmak istiyorum:

Hastalar (danışanlar) şöyle der: “Birini seversem, sanki içimde ne var ne yok her şey bir ırmaktan boşalırcasına dışarı çıkıyor; geriye hiçbir şey kalmayacakmış gibi hissediyorum.” İşte bence bu, aktarımı anlatan çok doğru bir ifadedir.

Rollo May biraz daha ileri giderek şunu ekliyor satırlarına: “Aktarım, karşılaşmanın çarpıtılmış halidir.” Yani? Yanisi şu: Bir insanla -örneğin danışmanımız- çarpıcı bir karşılaşma yaşıyoruz (romantik anlamda söylemiyorum bunu); kendi içimizde çözemediğimiz, tam bir netliğe kavuşturamadığımız ama içimizde durdukça bize ait bir parça haline gelen ilişki yumaklarımızdan (açmazlar) izler görüyoruz onda. Ona yaklaşmak, onunla iletişim kurarak ona katılmak, eşlik etmek istiyoruz ama bir yandan da kurduğumuz barikatın dışına çıkmak istemiyoruz. Çünkü çıkarsak, ondan bize bir zarar gelecek, belki de yok olacağız. İşte bu durumda, karşılaştığımız bu insanla cesaretle yüzleşmek ve bize bir şeyler katacak olan zenginleştirici deneyimi yaşamak yerine, onun (danışmanımızın) bize ulaşmasını engellemek için annemizle, eski sevgilimizle ve amcamızla olan bitmemiş işlerimizi/ilişkilerimizi gündeme getiriyor ve ona yanstıyoruz. Yani aslında bizi daha iyi anlamak için yardımcı olmaya, bize erişmeye çalışan danışmanımızı kendimizden uzak tutmak için tuğlalarının harcı bitmemiş, açıklığa kavuşmamış ilişkilerimizden mürekkep bir duvar örüyoruz.

Sen Görevi Seçmezsin, Görev Sana Gelir

Sözün sahibi olan Tolkien sanırım haklı. Evet, içimizde bir açıklığa kavuşturamadığımız ilişkilerimizi bize anımsatan bir danışmanımızla ‘karşılaşmışızdır’ ve bu durumda neye karar vereceğimiz, bizim elimizdedir. Evet, hayatımıza birisi dahil olup da yazışmalarımızın rüzgarı, gönül değirmenlerimizi döndürmeye başladığı vakit zihnimizin derinliklerinde ‘Acaba iyi bir partner miyim?’ tarzında kendi yeterliliklerinizi sorgulayan sorularla “karşılaştığımız” anne yapacağımız, bizim elimizdedir. Ve evet, bir iş stajı teklifiyle ‘karşılaştığımızda’ “Ben bu gereklilikleri karşılıyor muyum? Hem göz doyuran bir CV’m var mı ki?” tarzında, kozanın sıcaklığına ve geri çekilmeye davet eden bu ve diğer tüm sorulara ne cevap vereceğimiz, yine bizim elimizdedir.

Kelimelerle aranız nasıl bilmiyorum ama İngilizce’de decide (karar vermek) ve suicide (intihar etmek) kelimeleri aynı kökten gelir. Hani şu siyah şeritli Facebook paylaşımlarında gördüğümüz “Her seçim bir vazgeçiştir.” sözünün temeli de buradadır aslında. Yapmış olduğumuz bir seçim, diğer seçimin kıyımıyla sonuçlanır. Umarım, bu yazıdan sonra hayatımızda küçük ya da büyük kararlar vermemizin gerektiği anlarda, ölen şey, seçmediğimiz karar olur, kendimizi geliştirme potansiyelimiz değil. Olur da kendinizden kaçmaya çalışırsanız, Yaşar Kurt’un “Bilgenin Şarkısı” adlı parçasında da dediği gibi, kendinizi yakalamanız dileğiyle. Şarkının linkini usulca şuraya yerleştiriyor ve güzel bir Pazar akşamı diliyorum 🙂

https://open.spotify.com/track/7jAJPz5jHr5lnPKIqxo040?si=CNucXK17RSa3U4UPCkHLUg

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Eyüpcan Işık

Gökyüzü sinmiş hikayelerin fedaisi.

Bir cevap yazın