in

Günün Adı Yalnızlık

Uyku tutmamıştı bütün gece. Yatakta bir sağa bir sola dönmüş ama yine de uyuyamamıştı. Duvarlar üstüne üstüne geliyordu, açık camdan içeri esen esinti, onu rahatlatacağına tam tersine daha da boğuyor, sıkıyordu. Duramıyordu yerinde, ikide bir kalkıp odayı baştan sona geziniyor, bazen ise kendi kendine konuşup duruyordu aynanın karşısında. Kırsam mı ki şu aynayı ? Şöyle sağdan bir tane geçireceksin, milyon tane parçaya ayrılacak. Belki de yüzüme gözüme çarpacak o parçalar. Caydı hemen sonra bundan. Masanın üzerindeki sağa sola dağılmış kağıtlar, her birinde siyah mürekkep izleri… Duvarda asılı büyük saat ilişti gözüne, 03.10’u gösteriyordu. Ne zaman sabah olacak ? Güneş ne zaman doğar ki ? Doğacak mı ki ? Bilememek… Her gecenin bir sabahı var diyen iyi halt etmiş o lafı söylemekle. Bir sussa olmazmış. Nerde ?

Eline o siyah mürekkebin bulaştığı kağıtlardan biri geçti. Üstünkörü bir baktı, yazdığının bir şiir olduğunu anladı. Ben mi yazmışım bütün bunları ? Bak ne yazmış burada şair Nejat ? Senin gözlerinde güneşi kucakladım… Aman Tanrım ! Ne kadar da hoş, ne kadar da romantik ! Kağıt elinde önce ikiye ayrıldı, sonra dörde, daha sonra da onlarca irili ufaklı parçaya… Ötekilerinden bir diğeri geçti bu kez eline, onu da yırtıp attı. Sonra bir tane daha, bir tane daha… İşte hepsini böyle yırtıp parçalara ayırıyor, böylece geçmişin tüm izlerinden, üstüne çöktüğünü hissettiği tüm ağırlıklardan, hayatın çileli yorgunluğundan bir çırpıda kurtulduğunu zannediyordu. Yanılıyordu. En son iki tane kalınca geriye, durdu. Cam kenarındaki koltuğa çöktü, eli sigara tabakasına uzandı. Bir sigara yaktı. Nerede şimdi acaba ? Beni düşünüyor mudur ? Ben onu düşünüyorum, aklımdan bir saniye olsun çıktığı mı var ? Yok. Neredesin ? Neredesin ? Nerede ? Unutuldun mu yoksa Nejat Bey ? Hayır, o bana bunu yapmaz. Çünkü… Çünkü… Yoksa ? Bu… Yatağa uzandı yeniden, gözlerini tavana dikti. O olmadan sanki her şey bana yabancı. Göremiyorum önümü, hissedemiyorum hiçbir şeyi, kulaklarım sağır. Nefes alamıyorum. Hayır, hiçbir şey bitmiş değil. Bir çift göz, duvarların üzerinde gezinmeyi sürdürdü. Bir sızı… Göğsünün sağ tarafına dayanılmaz bir sızı batmış, onu huzursuz ediyordu. Nereden çıktı şimdi bu lanet sızı ? Ah ah, ne hallere düştün Nejat ! Doktor sana az söylenmiyordu, şu sigarayı bırakman için. Hatta ondan sonra… Başlayacağım ona da doktorluğuna da… İçersem içerim, ona ne ? Tatlı bir melodiyi anımsadı birden, bir rehavet çöktü üzerine. Derinden bir iki nefes… Gözlerini usulca kapadı.

– Bu dansı bana lütfeder misiniz hanımefendi ?

Ricası reddedilmemişti. Sahnedeydiler. Bir rüyadaydı sanki şimdi. Gözleri gözlerine tesadüf ettikçe, yanaklarına yayılan o pembelik… Nefesi yüzüne her vurdukça… Su gibi akıp gitmişti o beş dakika.

– Adınızı bahşeder miydiniz ?

– Veronika.

lost place 1711254 960 7201

Veronika… Tek bir kelime… Ayrı masalara geçtiklerinde bile gözlerini ondan alamıyordu. O ona bakınca bu sefer, isteksizce gözlerini başka yerlere kaçırıyor, ancak gördüğü her resmin merkezinde hep o oluyordu. Hatta öyle ki bir ara masasına gelen genç garsonun,

– Biraz daha alır mıydınız efendim ? sorusunu bile ilkinde duymamıştı. Ancak üçüncü sefer yinelendiğinde birden silkinmiş, önündeki boş bardağa bakınmıştı. Ahmak herif, karşındaki garsonu ağaç ettin. Kaç saattir tepemde konuşuyor bu herif ? Önündekilere baktı, kim bilir kaçıncıyı devirmişti. Gözleri ağır ağır kapanır gibiydi ama kendini uyanık tutmak için zorluyordu tabi. O gitmeden o da gitmeyecekti. Nitekim gecenin birine kadar da oradan ayrılmamıştı. Ayaklar… Ayakları taşımıyordu sanki ya onu. Bana ait parçalar değil bunlar, öyleyse kimin ? Gecenin sessizliğini yırtan bir acı fren ve korna sesi, hemen ardından genç bir adamın tonla ettiği küfürleri bile duymamıştı. Veronika… Veronika… Adı Veronika… Veronika… Veronika… Veronika…. Devamlı, kendi kendine bunu tekrar ediyor; yanından geçenler ona bir garip bakıyorlardı ama umrunda mıydı ki onun ?

Hele hele o karlı Pazar gününü hiç unutamıyordu. O geceden iki hafta sonra parkta buluşmuşlardı. Kartopu savaşı yapmışlardı. Soğuk, her taraf buz kesmiş. Ruhunda bir çocuk olduğunu o an fark etti. Bitmek bilmeyen kartopu savaşları… O içten, canayakın gülüşler… Dur durak bilmeyen öpüşmeler… İçinde bir romantizmin varlığından o an haberdar oldu. Üç saat… Topu topu üç saat… Üç saat değil, üç dakikaydı sanki onun için. Ne kaldı şimdi bu üç saatten geriye ? Hiç mi bir şey yok ? Ne olurdu, biraz daha ? Beni bekle Veronika…

– Şunlara bak. Kazık kadar adam, kendi yarısı yaşında kızın peşinde dolaşıyor, diyordu bir başkası. Kimsin sen be, sana mı soracağım ne yapacağımı ? Hayret bir şey. İki saat… Tam iki saat o bankta oturdu ve yalnızca Veronika’yı düşündü. Rüya… Gerçek… Rüya mı gerçek mi ? İnanamıyorum.storefront 215283 960 7201

Uyuyakalmıştı, uyandı. Kaç saat geçmişti ki ? Boğazında acı bir şey hissetti. Yutkunamadı bir an. Tavana boş gözlerle bakındı, uzun uzun bir şeyler düşündü yine. Kalktı, odada bir o yana bir bu yana gezindi yine. Duvardaki saate baktı, 18.37’yi gösteriyordu. Bir sigara yaktı, peşinden bir tane daha, bir tane daha. Kül tablası izmaritlerle dolup taşmıştı. Çıkmak için hazırlandı, eskimeye yüz tutmuş paltosunu giydi. Kaç yıllık ki bu yorgun ihtiyar ? Kim bilir kaç yıldır benden çekiyor ? Çekecek de. O zamanlar cüzdanımda ne kadar papel varsa neredeyse hepsini yiyip bitirmişti insafsız. O berbat kış gününde ihtiyacım olmasaydı, tek bir kuruş bile vermezdim buna. İsteksizce aşağıya, restorana indi. Midesinde bir yanma hissediyordu şimdi de. Beni bir rahat bırakın. Beni rahat… Garson başına dikilmişti. Ne diye bekliyor bu adam ? Savulun başımdan. Desem de gider mi ki ? Gidecek tabi. Müşterinin sözü emirdir. Emirmiş… Ucunda para var tabi. Bu paranın gözü kör olsun. Her şeyin ilacı sevgidir. Yalan…

Bir çorba istedi. İsteksizce birkaç kaşık aldı, bıraktı. Cüzdanından bir şeyler çıkardı, masaya usulca bıraktı, kendini sokaklara teslim etti. Karanlık ve her geçen dakika giderek ıssızlaşan sokaklara… Bir genç adam ile genç kız gördü, gülüşüp duruyorlardı. Epeyce yürüdü, bu defa ağır ağır yürüyen yaşlı bir çift ile göz göze geldi. Altmış yaşlarındaki adam bir garip bakmıştı ona, ince çerçeveli gözlüğünün üzerinden. Tanıdık da değil siması. Yoksa beni tanıyor muydu da ben iyi akşamlar demeyince öyle baktı ? Hadi ordan. Nereden tanıyacakmış beni ?

Sokaklarda amaçsızca yürüyordu. Birden oraya gitmek geldi. Öyle de yaptı. Apartmanın önüne gelince şöyle bir durdu, bakındı etrafına. Derin bir soluk aldı. Orada mıdır ki ? Beni mi bekliyordur ? Ne diyeceğim şimdi ? Ne anlatacağım ona ? O bana ne söyleyecek ? Yoksa sadece bana bakıp hiçbir şey söylemeyecek mi ? Söylesin, tek bir kelime etsin hiç yoktan. İçinde tutma. Dış kapı açıldı, üç genç adam çıktı dışarı. Birbirleriyle konuşuyorlardı. Onlara baktı, onun arkadaşları mıydı ? Nereden bilelim canım ? İçeriye girdi, kendisinden beklemediği bir hız ile dördüncü kata çıktı. 7 numaranın kapısına gelince durdu. Eli bir türlü zile gitmiyordu. Geri döndü, dışarı çıktı. Tek başınaydı yine, anlam veremediği bir sakinlik ile yürümeye devam etti.

Bir müddet sonra durdu. Geri mi dönsem ? Yanlış yapıyorsun Nejat, aklını başına topla. Geri dönmeliyim. Bir karar ver, çaresiz moruk. Üşümeye başlamıştı sanki. Dişleri birbirine vuruyordu. Bir gölge… O muydu yoksa ? Şimdi o da karşıdan gelecek, derken yine o müzik çalacak. Derinden bir ses, ince… Apartmanın kapısına gelmişti. Tek başına kalmak neyse de, tek başına bırakılmak ağır geliyor insana. Terk edildim ben, evet. Gölgenin sahibi yanından ağır ağır geçti, gitti. Meğer o değilmiş. Apartmanın kapısının önünde durdu bir müddet. Ne kadar geçtiğini bilmiyordu. Daha önceki sefer geldiğinde gördüğü gençlerle yeniden göz göze geldi. İçlerinden biri fena halde sarhoştu. Diğer ikisinin de durumu çok da iyi değildi, yalpalaya yalpalaya yürüyorlardı. Bir tanesi onu gördü, seslendi kapıdan içeri girerken:

– İyi akşamlar sayın ağabeyim ! Hayırdır, birini mi bekliyordun ? dedi. Zavallı adam… Biz çıkarken de buralardaydı, şimdi de buralarda. Soğuktan heykel kesilecek.

Öyle ya ! Bacaklarını hissedemiyordu artık. Yine bir iki gölge görür gibi oldu. Gözleri karardı ağır ağır, tutunacak bir yerler aradı. Ah şu lanet sızı… Çok kötü. Çok kötü. Yine başladı… Nefesi kesildi kesilecek, boğulacak gibiydi sanki. Zorlukla o sözcüğü mırıldandı, pat diye yere düştü. Müzik… Bak o müzik yeniden çalıyor. Kalk ayağa, hadi. Durma. Hırıltıyla son bir soluk aldı, gözleri kapandı. Derken epey sonra bir karaltı belirdi başında, eğildi, seslendi ona. Nejat diyordu, içten ve korkuyla. Evet, oydu. Ancak o duymadı ve duyamayacaktı da. Bir hiçe değer dediği, elli bir senelik ömrünün sonuydu.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Mehmet Metin

19 yaşında, hukuk öğrencisi. Uluslararası ilişkiler, yakın tarih, politika, edebiyat özel ilgi alanlarıdır. Kuru kalabalıklardan farklı düşünmeye çalışan, bu hayatta ayrıksı duran bir basit kimse. 2015 Adalet ve Dürüstlük konulu kompozisyon yarışmasında kaleme aldığı kompozisyon ile ikinci olmuştur.

Bir cevap yazın