in

Öğretmenime

Hayatımı kendileri gibi güzelleştiren güzel iki kadına…

Öğretmenime.

Öğretmenliğin kutsal olduğuna inanmayı bırakacak kadar büyüdüğümde fark ettim. Kutsal olan meslek değildi, onlardı. Bir küçük öksürüğümde bana elleriyle çaylar yapan, tüm küstahlığıma, çocukluğuma rağmen bana hiç sırtını dönmeyen, tüm sınav stresini benimle yaşayan, her zaman ona içimi dökebildiğim, yeri geldiğinde benim ona destek olup tavsiye verdiğim, araya giren hiçbir zamanın ve mesafenin bana olan sevgisini değiştirmediği, sadece kalem tutmayı değil hayata tutunmayı öğreten o güzel insanların kalpleri kutsaldı. Onların hakkı ne öğretmenler günüde alınan bir çiçekle ne de en kıymetli mücevherlerle ödenirdi.

Ben çok şanslıyım ki, ruhuma dokunan iki öğretmenim de kadındı. Yürümeye ve büyümeye çalıştığım bu yolda takip edebileceğim ayak izleri hala duruyordu. Benim aşık olduğum çocuğa onlar da aşık olmuş, onlar da terk edilmişti. En yakın arkadaşlarıyla onlar da küsmüştü. Aynı soruda takılmıştık. Anne babalarıyla benden çok onlar zıtlaşmıştı. Leb demeden leblebiyi anlıyorlardı. Benim kahkahalarla güldüklerime artık sadece tebessüm ediyorlar, hıçkırarak ağladığım olaylarda gözleri bile dolmuyordu. Benim kırıldığım yerden kırılmışlardı, kıramadıklarımı da benim için onlar zaten kırmıştı. En çok imrendiğim özellikleri ise kalan çatlaklarında bahar çiçeklerinin açmış olmasıydı. Ve inanır mısınız o çiçeklerle bana hep merhem oldular. Onlar benim süper kahramanlarımdı.

Mesela çok güzel yemekler yapıyorlardı, üstleri başları dağınık o tezgâhtan şu ocağa öyle bir koştururlardı ki. Ama elleri onca bulaşıktan sonra bile daima ojeli olurdu. Çok iyi araba kullanıyorlardı, yeri geliyor en çok onlar trafikte sinirleniyorlardı. Gazdan ayaklarını çekip de arabada giydikleri babetlerin yerine tüm koridorda kendinden önce sesinin geldiği yüksek topukluları giyince ne sinir kalıyordu üstlerinde ne bir şey.  Evde çamaşır suyu lekeli pijamalarıyla temizlik yapıyorlardı. Fakat ne hikmetse bizim yanımıza hep defileden çıkmışçasına geliyorlardı. Sabahın o saatinde o güzel makyajları nasıl yapıyorlardı?

Ve bu insanların ikisi de yazardı. Onlarca insan yazmışlardı. Hastanedeki doktoru, üç çocuğu olan o anneyi, yan komşunun kızı var ya, onu, kasiyer oğlanı, seni, beni… En çok da beni. Sakinliği yazdılar bana en post modern şekilde. Saygıyı yazdılar, yaşa değil başa saygıyı. Sevmeyi öyle bir yazdılar ki kalbime yazık her gördüğünü sevgi sanıyor zavallı. Çünkü benim öğretmenlerim sevginin en güzel halini öğrettiler bana. Hayvana, insana, doğayaydı sevgi, yalanı olmazdı. Ben pek beceremesem de ilk kendineydi sevgi, ne de olsa benden bir tane vardı. Geçeceğini yazdılar satırların altını çize çize. Güzel günlerin geçip daha güzellerinin geleceğini, sabahın olmayacağını, üzüntülerimin geçmeyeceğini düşündüğüm gecelerin bana kazandıracaklarını hep hatırlattılar. E sana yazacak yer kalmadı demeyin. Yazdıkça yazdılar ama satır aralarında hep boşluk bıraktılar. Yeri geldi ben o boşluğa düştüm. Dediklerini tecrübe etmeden anlayamayacağımı bildiklerinden bir şey demediler, beklediler. İzlediler çırpınışlarımı, kendilerini izlerlermişçesine.  Fakat ben her seferinde o boşluğa düşmeye devam edince benim elimden tutup orayı nasıl dolduracağımı gösterdiler. Hiç belli etmeseler de ben onların da boşlukları olduğunu ve arada sırada düştüklerini biliyordum. Tek farkımız ise onlar düşünce daha güçlü kalkıyorlardı.

Okumayı da çok severlerdi. Kütüphanemdeki en güzel kitaplar onlardandır. Ama onların okudukları biraz farklıydı. Mesela gözlerinizi okuyabiliyorlardı. Bacaklarınızı sallayışınızı, kollarınızı kavuşturmanızı okuyorlar, analiz ediyorlardı. Sesimin titremesinden, boğazıma kaç yumru dizildiğine kadar. Ve her seferinde doğru sonucu buluyorlardı. İlk üç ne oldu sorusunu bir şey yok diyerek geçiştirebilseniz de üç soru bir cevabı otomatik getiriyordu. Sanki biri açma tuşunuza basmış gibi her şeyi dökülüveriyordunuz.

Onları böyle sevdiğime de bakmayın. Ben en çok onlara kızdım, yeri geldi nefret bile ettim. Sanki her şeyin en iyisini onlar mı biliyordu? Anneme, sevdiğime, arkadaşıma, yağan yağmura ve en çok da kendime sinirlenip onlara kızdım. Zaten okul bitince bir daha görmeyecektim ki onları. Öğretmen dediğin sadece okulda olurdu. Ben öğretmen olunca hiç öyle olmayacaktım. Bu yüzden ektikleri çiçekleri hep kopardım. Usanmadan bir daha diktiler. Şu an en güzel bahçe benimkiyse bu usanmayışlarındandı.

Birbirlerini hiç tanımadan orkestraydılar. Evlerinde partisyonlarını o kadar iyi çalışmışlardı ki bir araya gelmeden bile ezgideki bütünlüğü sağlayabiliyorlardı. Her eseri de ezbere bilirlerdi. Ben daha bilmediklerine denk gelmedim. Besteleri de kendileri yapıyorlardı üstelik. Benim kahkahalarımdan, isyanlarımdan besteler…

Şimdi de sizi benim arkadaşım, yoldaşım, sırdaşım en çok da öğretmenim olan güzel orkestra üyeleriyle tanıştırayım:

Zehra B. Benim kardelenim. Düşmenin sadece yaralanmak olmadığını bana kendi güzel kabuk bağlamışlarıyla gösteren, mesafenin bir hiç olduğunu her seferinde bana kanıtlayan, bana hep öğütlediği sağlam adımlar olur da karışırsa hemen yanı başımda olduğunu bildiğim güçlü, güzel insan. O kadar özel bir insan ki çok kısa sürede hiç bitmeyecek bir bağa sahip olduk.  Zehra hocam bana sadece bir sene İngilizce öğretti ki ben sırf onunla daha çok vakit geçirmek için etütlere kalırdım. Onun gibi giyinmek, sabahları kuaföre gitmek, arabamla gezmek isterdim. Onun gibi. Altı senedir ise benim kopmaz bir parçam. El fenerim. Yol karanlık olduğunda hemen aydınlatıveren. Pusulam. Kaybolduğumda yol gösteren. Öyle bir insan ki onu altı senedir görmesem bile her telefon konuşmamız, yazışmamız, bir şekilde orda olduğunu bilmek bana sonsuz bir güven veriyor. Her bayramda öğrenci trafiğinden telaşlı telefonu açan ve bana ‘kıymetlim’ diyen sesi duymak var ya, işte o an benim için bayram oluyor.

Figen Ö. A benim kır çiçeğim. Dört sene boyunca boyuna kahrımı çeken ama bir kez olsun benden vazgeçmeyen savaşçı insan. O küçük, narin bedene sığmayıp koridorlara taşan kahkahasıyla günü neşelendiren, yoğun bir çalışmanın ardından masanın altından çıkan meyveler ve çaylarla bizi kendimize getiren, her durumda ister istemez ayaklarımın beni götürdüğü ‘bembeyaz’ odasıyla bana hep pozitif enerjiler veren keman öğretmenim. Fakat ben onun keman bilgisinden çok gizliden gizliye hayat görüşüne, paylaşmayı nasıl bu kadar sevdiğine, sabahları çiçeklerle konuşmasındaki sebebe meraklıydım. Ben hep Figen hocamın yanında daha zeki, daha güzel, daha güvenli hissederdim. Öyle bir enerjide, böyle bir kadınla çalışma fırsatım olduğu için nasıl da şanslıymışım. Şimdi öğretmenimden uzakta yeni öğretmenlerimde hep ondan bir şeyler arayarak kendi savaşımı veriyorum. Atıldığım bu öğretmen maceramda kendi bildiğim fakat öğretmeyi beceremediğim durumlarda bir yarışmada gibi telefon joker hakkımı kullanıp da ‘aloooooo’ diyen sesini duyduğumda, işte o an ben kazanıyorum.

Sizi sonsuz seviyorum.

Sadece bana bir şeyler öğretmeyip beni ilmek ilmek ördünüz. İnşallah eseriniz olarak her zaman sizi gururlandırabilirim.

Ve umarım ben de bir gün ‘siz’ olurum

İyi ki varsınız.

What do you think?

4 Beğeni
Upvote Downvote

Bir cevap yazın

Bir Yorum

  1. Aglasam aglayabilir miyim acaba , kalbe dokunmak boyle bi sey guzel kızım , kuzum , kızkardesim , kucuk görünümlü koca kadın , tertemiz kız çocuğu, kızçe…
    Elifim, asıl sen bizim bu meslegi yapmamızdaki el fenerimizsin , sensin o kardelen , hep beyaz degil bazen rengarenk bazen siyah olan nesil tarlasında açan, modernligi, vefaya ve maneviyata hic satmamış, ilk önce ailesinden buyuk erdemler edinip , mutlu bir ailede nasıl cocuk yetisir temelini saglam bellemiş , sonra bize ulasmıs tertemiz bir kardelen..
    Hala saf, onca kalp kırıklığına, yorgunluğa, azalan insanlığa ragmen tertemiz…
    13. Sene…
    Binde bir Elif Ürel…
    Gururumuz
    Inancımız
    Güvendiğimiz ve şansının, hayatının, bahtının bizden yüz bin kat daha guzel olmasını diledigim yol arkadaşım…
    Meslegimde durup nefes aldığım durağım…
    Cok seviyorum desem *cok* az kalır biliyorum , ne yazsam kifayetsiz … sen benim ogretmenligimin *iyikisisin….*