in

Sosyolojinin tarihsel gelişimi 1

Sosyoloji, bağımsız bir bilim dalı olarak ortaya çıkmadan çok önce bazı düşünürlerin sosyolojinin konusu olan alanlarda çalışmalar yaptıklarını ve çeşitli çözümler ileri sürdüklerini görüyoruz. Çağdaş anlamda sosyolojiye olan katkıları sınırlı bile olsa yine de bu düşüncelere kısaca bir göz atmak fayda sağlayacaktır.

Bu düşüncelerden biri olan Eflatun(Platon) eski Yunan sitelerini(şehir) incelemiş ve bilimin çözmeyi amaçladığı gerçeğin olay ve olgularla değil, fikirler düzeyinde aranmasını söylemiştir. Bu idealist tutumuna karşın Eflatun, coğrafi ve demografik koşulların toplum yapısı üzerindeki etkilerine değinerek toplumsal iş bölümü ve ticaretin Yunan sitelerini ne şekilde etkilediğini araştırmıştır.

Aristo daha çok gözlem ve incelemelere dayanarak çeşitli olay ve olgulardan toplumsal düzen ve yaşamın temel kuramlarını çıkarmaya çalışmıştır. Aristo’ya göre sitenin örgütlenmesinin temelinde bulunan toplumsal gerçeği oluşturan dört unsur;

  1. Bireyler arası dayanışma
  2. Grupların ve devletin varlığı
  3. Gelenek, görenek, ahlak
  4. Hukukun meydana getirdiği toplumsal kontrol ve düzenleme mekanizmalarıdır.

Aristo’ya göre bu ögelerin doğal olarak uyumlaştıkları önceden kurulu kusursuz bir düzen vardır. En önemli eseri ”Politika” adını taşır.

Batılı düşünürler Rönesans’a kadar Hristiyanlığın katı skolastik düşüncesi karşısında bilimsel bir ilerleme gösterememişler ve bu baskı altında bireysel ve toplumsal sorunlara çözüm üretme imkanı bulamamışlardır. Dolayısıyla Hristiyan coğrafyası karanlık çağını yaşamaktadır. Buna karşın İslam dünyası da aydınlık çağını yaşamaktadır. İslam uygarlığında düşünce özgürlüğünün olduğunu ve eski Yunan felsefesinin Arapçaya çevrildiğini görüyoruz. Bu dönemde toplumla en çok ilgilenen düşünür İbn-i Haldun(1332-1406) olmuştur. İbn-i Haldun’a göre toplumlar canlılar gibi doğar, büyür ve ölürler. İbn-i Haldun, ilk defa devlet ve toplum ayrımını yapmış ve toplumsal yaşamın insanlar için zorunluluğunu dile getirmiştir. En önemli eseri Mukaddime’dir.

1) Sosyolojinin Bir Bilim Dalı Olarak Doğuşu

Batı toplumlarında özellikle İngiltere ve Fransa öncülüğünde gerçekleşen hızlı ve köklü değişimlerin etkisi büyüktür. Bu değişiklikler 18. yy da meydana gelen Sanayi Devrimi ve 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali sonucunda Avrupa’da köklü ve hızlı değişimler yaşandı. Kentler, fabrikalar ve işçi sınıfı gibi oluşumlar meydana gelmiştir. Fransız Devrimi ise Avrupa’nın siyasal ve toplumsal yapısında büyük yıkıcı etkilere neden olmuştur. Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali’nden sonra toplumsal sorunların ve bunalımların artması sonucu toplumun incelenmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu tür toplumsal değişimler karşısında insanlar, daha önceleri olduğu gibi kabul ettikleri, benimsedikleri konular üzerinde düşünmeye ve sorular sormaya başlamışlardır. İşte bu sorunların sonucunda sosyoloji ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca bilim insanlarının özgür düşüncelerini ifade edebilme imkanlarının artması da sosyolojinin doğuşunda etkili olmuştur.

İlk Sosyologlar

  • Saint Simon

Sosyoloji tarihi ile uğraşan bazı yazarlar, çağdaş anlamda sosyolojinin kurucusu olarak Auguste Comte’u değil, Saint Simon’u gösterir. Saint Simon’a göre sosyolojinin temel görevi, toplumu hareket ve dönüşüm halinde incelemektir.

  • Auguste Comte (1798-1857)

Sosyoloji Avrupa’da 1800’lerin başlangıcında ortaya çıkmıştır. Sosyoloji terimini ilk defa kullanan Fransız filozof Auguste Comte’tur. Kendisi bu bilime başlangıçta ”sosyal-fizik” adını vermiştir ve toplumun yapısının da diğer olaylar  gibi incelenmesi gerektiğini savunmuştur. A.Comte; bu bilim dalında pozitif bilimlerde uygulanan gözlem, karşılaştırma ve deney yöntemlerinin uygulanması gerektiğini öne sürmüştür.

  • Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)

Sosyoloji biliminde diyalektik kavramını ilk kez Hegel kullanmıştır. Hegel’e göre bu kavram bir karşılıklı ilişkiler olgusunu ya da etki-tepki sürecini içermektedir. Ona göre tarih, diyalektik bir düşünce kanununa göre yorumlanabilir. Doğa, tarih ve toplum diyalektik üç düşünce aşaması olan tez, antitez ve sentez aşamalarından geçerek çeşitli yollarla görüntülenmişler, değişik biçimlerde, cisimlerde veya zaman içerisinde vücut bulmuşlardır.

  • Karl Marx (1818-1883)

Bir Alman düşünürü olan Karl Marx, çatışma modelinin öncülerindendir. Marx, toplumda kaçınılmaz ve doğal bir çatışmanın olduğunu söyler ve diyalektik modeldeki çelişme yasasına göre her varlığın, her olayın karşıtını, kendi çelişkisini bünyesinde taşıdığını varsayar. O halde düzen, düzensizliği; durağanlık da çalışmayı içerir. Gücün toplum içindeki eşitsiz, adaletsiz dağılımı Marx’a göre bu çatışmayı kaçınılmaz yapar. Marx, toplumların karşılıklı çıkarların değiş tokuş edildiği bir sosyal organizmaya benzemediğini diğer bir deyimle toplumun düzenli olmadığını savunur. Toplum kurallarının gücü elinde bulunduranların tarafından konduğuna ve tek taraflı olduğuna inanır.

2) Modern Sosyolojinin Kurucuları

  • Emile Durkheim

Ünlü Fransız düşünürü Durkheim ”İnsanlar fikirler yaratır ve onları düzenler.” demektedir. Yine insanları bir arada tutan şeylerin değer, inanç, doktrin ve dogmalar olduğunu; onların davranışlarını düzenleyen norm ve kurallar sistemi bulunduğunu belirtir. Durkheim, toplumsal gerçeğin temelini toplumsal bilinçte görmektedir. Ona göre toplumsal bilinç bir toplumun bireylerindeki ortak inanç ve duyguların bütünüdür. ”Toplumsal İş Bölümü” adlı kitabında bireylerin toplumsal birliği nasıl oluşturduklarını açıklamaya çalışan Durkheim, bunu dayanışma olgusunda aramıştır. Durkheim’e göre iki türlü dayanışma vardır:

  1. Mekanik dayanışma: Benzerliklerden ileri gelen bir dayanışmadır. Mekanik dayanışmanın hakim olduğu toplumlarda bireyler arası farklar azdır. İnsanlar aynı duygu ve düşüncelere sahip olduklarından birbirlerine benzerler.
  2. Organik dayanışma: Organik dayanışma daha çok mekanik dayanışmanın karşıtıdır. Bu dayanışma farklılaşmanın bir sonucudur. Bu tür toplumlarda bireyler birbirlerine benzemezler. Organik dayanışma bir toplumdaki iş bölümünün zorunlu bir sonucudur.
  • Herbert Spencer

Bir İngiliz düşünürü ve biyolog olan Spencer, bütün bilimlerin sentezini yapmaya çalışmıştır. Hatta evrim kuramını Darwin’den önce ortaya atmıştır. Spencer, biyolojik organizmalara uygulanan evrim yasalarının toplumlara da uygulanabileceğini öne sürmüştür. Spencer, insanların birbirleriyle olan rekabetlerinin serbest bırakılmasını savunarak ancak bu şekilde en iyi ve yetenekli olanların toplumda yükselebileceği görüşünü öne sürmüştür.

  • Max Weber

Max Weber’in sosyolojik yaklaşımına göre sosyoloji, toplumsal yaşamın önemli alanlarındaki nedensel ilişkileri anlamalı ve araştırmalıdır. Weber yaptığı araştırmalarda iki teknik kullanır. Bunlar:

  1. İdeal Tip Analizi: Weber, toplumsal yapının çözümlenebilmesi için bu yapının belirli özelliklerinin bilinmesi gerektiğini vurgular. Örneğin; aile, toplumda önemli bir olgu ise onu diğer olgulardan ayıran özelliklerinin ne olduğunun bilinmesi gerektiğini söyler. Yani olgunun ayırıcı özelliklerini vurgular.
  2. Tarihi Analiz: Weber, kısacası toplumsal olaylar veya olguların tarihsel geçmişinin araştırılarak temellendirilmesinden bahseder. Örneğin; siyasetin ortaya çıkış nedenlerinin ondan önceki olaylara dayandığını ve cevabın bu olaylarda aranması gerektiğini söyler.

3) Modern Toplum Kuramları

  • YAPISALCI-FONKSİYONEL YAKLAŞIM

Modern toplum kuramlarından en önemli diyebileceğimiz yaklaşım Talcott Parsons’ın ”yapısal fonksiyonel yaklaşım”ıdır. Bu modelin odaklaştığı iki temel nokta vardır. Birincisi, toplumu ayakta tutan birey ve gruplar arasındaki karşılıklı etkileşimidir. Bütün ve parçalar arasındaki ilişkiler toplumsal sistemin temelini oluşturur. Böylece model, toplumu meydan getiren parça ve bütün arasındaki ilişkileri analiz etmeye çalışır.

Toplum bilimciler, toplumsal yapının parçalarını tanımladıklarında bir toplumun diğer bir toplumla karşılaştırılabilir hale geldiği görüşündedirler. Örneğin; her toplumun kültür yapısı, ahlak eğitimi ve toplumsal düzeni sağlayan kurumlar birbirinden farklı yapıdadır. Bu yapılar kendi aralarında uyumlu ve işlevsel hale geldikçe görevlerini sürdürebilirler. Bu olgu bizi yapısal-fonksiyonel yaklaşımın ikinci odak noktasına götürür. Bu da toplumsal fonksiyon kavramıdır. Eğer toplumdaki yapı sisteminin devamına katkıda bulunuyorsa bu fonksiyoneldir. Bu modele göre toplum bir fonksiyonlar bütünüdür.

  • ROBERT K. MERTON

Merton da Parsons gibi sosyolojik teorinin ve araştırmanın gelişmesi için fonksiyonalizmi temel bir yaklaşım olarak ele alır. Merton bu kavramı endüstriyel toplumlara uygulamaya çalışır. Merton’un önemli bir katkısı da orta boy kuramlar konusundadır. Merton toplumsal değişmeyi Durkheim’den etkilenerek anomi kavramı ile açıklar. Bu durum bazı kişilerin kültürel normlara uygun, bazı kişilerin ise normlara uygun olmayan davranışlar yapmalarından ortaya çıkar.

  • ETKİLEŞİMCİLİK MODELİ

Sosyolojide etkileşimcilik yaklaşımı, toplumda yer alan bireylerin birbirlerini etkilemelerini, karşılıklı ilişkilerin ve bu ilişkilerin nasıl gerçekleştiğini ele alır. Bu yaklaşım Max Weber’den esinlenerek ortaya atılmıştır. Bilindiği gibi Weber, toplumun anlaşılabilmesi için onu oluşturan bireylerden başlanarak ele alınması gerektiğini savunur. Etkileşimcilik yaklaşımı çatışma ve fonksiyonel yaklaşımdan farklı olarak bireylerin günlük sosyal etkileşimleri üzerinde durur. Etkileşimcilik yaklaşımının aksine diğer iki yaklaşımın konusu devlet, ekonomi, toplumsal sınıfların oluşumu gibi makro konular ve yapılardır. Etkileşimcilik yaklaşımında önemli olan insandır çünkü devlet, ekonomi gibi konuları soyut konular olarak görür ve bu kurumların insan olmadan var olamayacaklarını ileri sürer. Bütün bu yapıların temel kaynağı insana dayanır. Ancak insanların varlığı ve etkileşimiyle toplum var olmaktadır. Böylece toplum onu oluşturan insanların etkileşimleriyle meydana gelmiş olur ve devamlılığını sağlar.

What do you think?

7 Beğeni
Upvote Downvote
Yeşil Yazar

Written by Furkan Korkmaz

Bir cevap yazın

yorumlar

  1. ” Buna karşın İslam dünyası da aydınlık çağını yaşamaktadır. İslam uygarlığında düşünce özgürlüğünün olduğunu ve eski Yunan felsefesinin Arapçaya çevrildiğini görüyoruz. Bu dönemde toplumla en çok ilgilenen düşünür İbn-i Haldun(1332-1406) olmuştur. İbn-i Haldun’a göre toplumlar canlılar gibi doğar, büyür ve ölürler. İbn-i Haldun, ilk defa devlet ve toplum ayrımını yapmış ve toplumsal yaşamın insanlar için zorunluluğunu dile getirmiştir. En önemli eseri Mukaddime’dir.”Sonra doğu kültürü yok sayıldı.Ve batı hayranlığı ortaya çıktı.Hangimiz kültürünü biliyor?Hep batı hep batı.Batı bizden beslenerek varoldu ve varolmaya devam ediyor.

  2. Batı kültürünü geliştirmeye devam etti. Batıyla aramızdaki fark budur. Bizden sonra gelmelerine karşı onlar keşfini yapıp yılmadan devam ettiler. Hangimiz kültürünü biliyor sorusuna ise cevap verecek nice insanlar tanıyorum. Şunu kabul etmek gerekir ki biz kendimize bakmadan, kendimizle yüzleşmeden hiçbir gerçekçi adımı atamayız. Aslında batı hayranı falan değiliz. Batı da geçmişte çok acılar çektirdi, hatalar yaptı, insanlığa yapmadığını bırakmadı ama geçmişine korkusuzca bakabilme cesaretini gösterdi. Batı kendisiyle yüzleşti. Şu gerçekliği unutmamamız gerekir. Günümüzün dünyasındaki batının doğruları yanlışlarından daha fazladır. Bu doğruları her konuda genişletebilirsiniz. Ekonomi, İnsani gelişmişlik düzeyi, insan hakları…