in

Toplumsal Bir Korku Biçimi Olarak Yok Sayılma ve “Bana Şans Dile” Filminin Değerlendirmesi

“Adım Bahadır müdürüm. Adımı bir daha sakın yanlış söylemeyin! Benden bir kompozisyon yazmamı istemiştiniz değil mi? Bugün size asla unutamayacağınız bir kompozisyon yazacağım. Hatta çoktan yazmaya başladım bile. Sol üst köşedeki adıma ve numarama dikkat edin hocam. 2 Fen B’den 259 Bahadır Yurtsever kompozisyon ödevini veriyor hocam. Adım Bahadır Yurtsever. Numaram 259. Bugün okulun sınavı benim ve benim ödevim çok ses getirecek!” (Bana Şans Dile, 2001)

Her sabahki kahvaltısını temcit pilavına benzeten, otobüs beklerken sırada itildiği için sesini çıkartamayan, kim olduğunu bulamayan, hiçbir koşulda dinlenildiğini düşünmeyen, okula giderken annesi onu öptüğünde parfüm kokusunun midesini bulandırdığını dillendiren ve her pazartesi sabahı İstiklal Marşı okunurken bayılan lise öğrencisi Bahadır bir sabah uyandığında kendisini Çağan Irmak’ın sözleriyle dünyayı değiştirmek üzere bulur. Okula giderken yanına kitapları ile kokulu silgisini almaz. Aksine bu sefer cebinde bir tabanca bulunmaktadır.

Bahadır’ı hepimiz tanıyoruz ama tanıdığımızı bilmiyoruz. Çağan Irmak’ın 2001 yapımı ilk filmi olan Bana Şans Dile seyircisine Bahadırları tanıtmayı vadetmiş. Bugün televizyon dizilerinde ve sinema salonlarında çok büyük rollerin altına giren birçok aktör ve aktristin bu filmde yer alırken basit ama etkili rollerde yer aldığını söylemek mümkün.

Bu değerlendirmede üzerinde durmak istediğim konu Çağan Irmak’ın sinemaya dair izlediği teknik yöntemler değil. Aksine ben özellikle Bahadır karakteri üzerinden hikâyenin gidişatına ve bu gidişatın gerçekliğine dair bir yorumlama yapmak istiyorum.

Film Bahadır’ın o sabah okula giderken yolun ortasında durup kollarını açarak bağırması ile başlar. Bahadır’ın çığlığı bir özgürlük nidası mıdır yoksa korkmamak için kendisine verdiği iç destek midir? Bu soru yanıtsız gibi gözükse de Çağan Irmak filmin her bir noktasında tablonun eksik parçalarını tamamlamaya ve renk bütününü korumaya çalışmıştır.

Okul müdürünün odasına giren Bahadır’ın adını Bahtiyar zanneden okul müdürü yapmış olduğu bu görece ufak hatanın Bahadır’ı ne kadar etkilediğini bilebilir mi? Yapılan hangi kötülük ve yok sayma bilerek yapılmıştır ki hem? Belki de müdürün kafası dalgındır o sabah. Bunu kim bilebilir?

Bahadır müdürün odasından içeri girip müdürden tüm okul genelinde bir gün boyunca ders yapılmamasını ve herkesin konferans odasına toplanarak birbirini dinlemesinin faydalı olacağını söylediğinde, okul müdürü rehberlik dersinin neden yetmediğini sorar. Üstüne bir de Bahadır’a eve gittiğinde dört sayfayı geçmeyecek bir kompozisyonda içini dökmesini söyler. Bu daha da komiktir. Bahadır aslında tam da bunu değiştirmek istemektedir.

Okul, öğrenci, öğretmen, müdür, derslerin içeriğinin sıradanlığı ve öğretenin de öğretmekten çok aktardığı bir ilişkiye dönüşen bir bütün film boyunca çok etkili bir biçimde resmedilmiştir. Hatta öyle ki, okul müdürü ile Bahadır’ın koridorda tartıştıkları sahnede müdürün yüzündeki nefret ile Bahadır’ın taşıdığı zevk ile gurur arasında gezinen ifade gündelik sıradanlığın kırılacağının bir göstergesi olmuştur.

Olanlar olur. Kendisini dinletmeyi başaramamış bir edebiyat öğretmeni ve gürültülü bir sınıfın ortasında Bahadır söz isteyerek sınıfı susturabileceğini iddia eder. Sınıfın büyük bir kesimi onun bu söylediklerine gülüp onunla dalga geçerken Bahadır cebinden silahını çıkartır ve birkaç el ateş eder. Artık Medusa’nın kutusu kırılmıştır ve içinden neyin çıkıp neyin çıkmayacağı tamamen şans meselesidir.

Bahadır sınıf arkadaşlarına onların rehine olduklarını ve oynadıkları oyunun adının hayatta kalma oyunu olduğunu söyler. Tek ihtiyaçları olan cesur olmak ve kendilerini dinletebilmektir. Her ne kadar bazı repliklerin yapaylığı seyircinin dikkatini çekse de hikâyenin konusu bu zayıflığı örtebilecek niteliktedir. Bahadır’ın kurduğu sistem basittir, öğrenciler tek tek söz isteyecek ve hiç kimseye anlatamadıkları kötü anıları ile kimsenin bilmelerini istemedikleri sırlarını anlatacak; sınıfın geri kalanı ise sonuna kadar o kişiyi dinleyecektir.

Bana Şans Dile filmindeki karakterlerin her biri tanıdık. Otobüste oturacak yer kavgası veren teyzeden, liseyi son sınıfta bırakıp kantinci olmuş delikanlıya ve hatta kamera görünce en güzel halini göstermeye çalışan mesleğinden bıkmış orta yaşlı öğretmenden, sistemde kötü giden bir şey yok diyerek kendisini kandıran davranışsal kalıpların içinde boğulmuş okul müdürüne kadar her bir karakter yanı başımızda.

Filmin temel derdi iletişimsizliğin insanı nereye kadar sürükleyebileceği. Yalnızlık duygusunun kronikleştiği bir toplumdan ne çıkarsa Bahadır’dan da o çıkıyor bu süreçte. Anlatmak, dinletmek ve anlaşılmak isteyen Bahadır sadece 2001 yılının Türkiye’sine özgü değil. Burası çok önemli. Filmin güncelliği tam da bu noktada değerlendirilmeli. Bir filmi eleştirmenin yolu kolaydır. Teknik ekipmana bakarak yönetmenin izlediği perspektiften de gidebilirsiniz, filmin metnindeki tutarsızlıklardan da. Ancak bence önemli olan anlatılmaya çalışılan şeyin güncelliğini koruyup korumadığıdır.

Filmde anlatılan travmalar bilindik ve kronik. Bahadır’ın yaptığıysa korkutucu ama gerçek, tıpkı klasik psikoloji biliminin yapmaya çalıştığı gibi belki de. Hızlandırılmış bir iç dökme seansı ne kadar işe yarayabilirse o kadar işe yarıyor Bahadır’ın yaptıkları. Yok sayılma, aile içi şiddet, bastırılmış duygular, utanılan hazlar, olmak istenen ile olunan kişi arasındaki açı, kendini yetersiz görme duygularının Türkiye haritasını sunuyor Çağan Irmak seyircilerine.

Kendisini açmaya ilk karar veren öğrenci Çağlar oluyor. Çağlar Ülkem Lisesinin basketbol takımında oynuyor. Eskiden katıldığı bir maçta tam basket topunu potadan geçirmek üzereyken elektrikler kesiliyor ve oyun yarıda kalıyor. İlk başta seyircilere basit bir yarım kalmışlık duygusunu hatırlatsa da aslında bu hikâyenin en derininde Çağlar’ın küçükken evde oyun oynadığı esnada yanlışlıkla bardak kırması sonucunda mutsuz annesi tarafından karanlık bir dolaba kilitlenmesi yatıyor. Çağlar pencerenin önüne gelip ilk sözü alıyor: “Korkuyorum, anne! Karanlıktan korkuyorum!”

İşin ilginç yanı ise Çağlar’ın bir kere içini dökmeye başladıktan sonra mikrofonu bırakmak istemeyişi oluyor. Bahadır’ın istediği tam da bu işte. Peki yersiz zamansız bir şekilde travmalarla yüzleşmek öğrencilerin hangisine iyi geliyor?

Sıra Ayşegül’dedir. Ayşegül sınıf arkadaşları içerisinde medyatikliği ile bir adım öne çıkan bir karakter olmuştur. Sınıfın popüleri olarak resmedilen Ayşegül karakteri Bahadır tarafından konuşması için oldukça zorlanmıştır. Buradaki en rahatsız edici unsur Bahadır karakterinin barındırdığı cinsiyetçi söylemlerin sınırlarıdır. Ayşegül’ün medya patronlarıyla işinde ilerleyebilmek için beraber olduğunu iddia eder.

Çağan Irmak’ın bu noktada cinsiyetçiliği besleyecek bir anlayış geliştirdiğini düşünmüyorum. Ancak film boyunca bu konu üzerinden yapılan göndermelerde seksüellik ve cinsel ilişki insanların istediklerini elde etmek için kullandıkları bir koz olarak kurgulanmış. Buradaki ince eleştiriyi görmek zor olsa da Çağan Irmak’ı çağdaşlarından ayıran özelliği de kamerasını gelecekten güncele doğru çalıştırması.

Bir sonraki itirafçı Serkan olur. Bahadır’ın iddiasına göre Serkan arkadaşlarıyla toplanıp ayin yapmaktadır. Bu noktada itiraf edilmesi gereken nedir? Serkan’ın hayatının sırrı nedir? 2000’lerin Türkiye toplumuna nüfuz etmiş korkulardan birisi uyuşturucu bağımlılığı ise bir diğeri de tahmin edilmeyen kişilerin satanist olup ayin yapmaları olmuştur. Çağan Irmak toplumsal bu korkuyu çok başarılı bir biçimde okuyup Serkan karakterinde somutlamıştır. Bira içip siyah giyinen bir de üstüne kedi kesmeye niyetlenen bir grubun itirafıdır Serkan’ın yaptığı.

Baba sorununu yaşayan karakter ise Türker Özkahraman adlı hayatında her şeyinin mükemmel gittiği ve adımını her attığı alanda başarılı olduğunu iddia eden lise öğrencisidir. Türker Bahadır’ın onu kıskandığını düşünse de bu sözler Bahadır’ın nezdinde hiç önemli değildir. Çünkü bilmektedir ki, Türker daha büyük bir dramın içinde kimliğini ararken kaybolmuş ve babasına gösteremediği tepkiyi başkalarına göstererek pasif agresifleşmiştir.

Bu seferki hikâye ise saklanan cinsel kimlikler üzerinedir. Bahadır Ayşegül’de olduğu gibi iğneleyici ve tetikleyici bir üslupla Türker’in üzerine gider. Çağam Irmak’ın bahsetmiş olduğum ince eleştirisi burada devreye girer. Nasıl Ayşegül medya patronları ile olan birlikteliğini açıklamayıp bir savunma mekanizması geliştirerek bayılıyorsa, Türker de tıpkı Ayşegül gibi konuyu açmamak için Bahadır’a saldırır ve onu yüzünün her yanını kanatırcasına döver.

Tam bu esnada beklenmeyen bir olay gerçekleşir. Polisler içerideki hengameyi duyup sınıfı basarlar ve Bahadır da bunun üzerine silahı kendi kafasına dayayarak sınıftan çıkmazlarsa kendisini vuracağını söyler. Polis ne yapacağını şaşırmıştır. Filmin başında pasif oluşu ile ön plana çıkan genç ve hevesli edebiyat öğretmeni kabuğunu kırar ve polislere bağırarak sınıfından çıkmalarını ister. Bu önemli bir kırılma anıdır. Çünkü ilk kez o anda Bahadır’ın yapmak istediği olmuş ve birileri onun varoluşunu kabul etmiş, üstüne üstlük onun yanında durmuştur.

Bunun takibinde yaşananlar durumu daha da ilginç kılmaktadır. Olayların başından beri okulun etrafında olan iki gazetecinin gerek birbiri ile atışmaları gerekse okuldaki bu rehin alınma durumunun olduğundan daha cezai bir hale dönüştürmeleri film boyunca belirli anlarda izleyicilere verilmeye çalışılmıştır. Öğretmenin bu patlaması üzerinde polisler sınıftan çıktığında gazeteciler kameralarına dönerek bir şeyler anlatmaya çalışırlar. Öğretmen kapıyı açar ve bütün siniriyle bağırır: “Sen gazeteci bozuntusu sana söylüyorum. Ortalığı karıştırmaktan vazgeç. Bahadır bizim için hiçbir tehdit oluşturmuyor. O benim öğrencim ve çocuklar her zaman birbiriyle kavga edebilirler. Kendi reytingin için her şeyi abartıp insanlara bok atma!”

Türker’in hikayesi ise üzerinde durulması gereken bir hikayedir. Her sabah babası tarafından 6:30’da kaldırılır, hafta sonları bile. Yatağını en ufak bir buruşukluk olmadan toplamak zorundadır. Ayrıca her gün uyanır uyanmaz yaptığı bir diğer şey ise kırk tane şınav çekmektir. Otuz dokuz ya da kırk bir değil, kırk. Çünkü babası tarafından verilen düzen algısı bunu gerektirmektedir. Her sabah istemeye istemeye üç dilim tereyağlı ekmek yemek zorundadır. Kusmadan. İstemeyi isteyerek. Kahvaltı sofrasında tuzluğu ise tam olarak ortaya bırakmalıdır. Akşamları saat tam 21:00’da uyumak zorundadır Türker.

Eve geç gelir ise babası tarafından üzerine bir şey giymeden diz çökmek zorunda bırakılan Türker ıslak havlu ile dayak yemektedir. Dizlerinin üzerinde babasından dayak yiyen bir erkek çocuğunun yaşadığı travmanın sonucunda bu çocuktan ne beklenmelidir? Kafasında oluşturduğu bir erkek-baba özdeşliği vardır. Hiçbir esnekliği içinde barındırmayan bu özdeşliğin ona öğrettiği doğrular ve yanlışlar vardır. Yanlışlar çoğalırsa cezalandırılacak ve yok edilecektir; doğruların çoğalmasının iyi yönde bir etkisi yoktur çünkü bu zaten onun yapması gerekendir.

Bahadır Türker’in itirafı sonucunda ona şunları söyler: “Çıkabilirsin. Artık özgürsün.” En söylenemeyeni söylediğinde mi özgür olur insan? İtiraf etmek insanı özgür mü kılar? Peki yakınlık kurmak neden bu kadar zordur? Tecavüze uğramak nedir? Bir insan ne olduğu zaman tecavüze uğramış sayılmaz? Bir şeyleri birilerinden saklamak ve duyguları ruhunun en derinliklerine gömmek insan ölümünü ne kadar hızlandırır? Tüm bunlar normal midir? Normal değilse neden insanların başına gelir? Bu sorular yanıtsız mıdır? Bilinmez ve değişken ama yanıtlanabilir.

Filmin bitiş sahnesi Çağan Irmak’ın tüm mesajını vermektedir. Herkes sınıftan çıkar ama Tuba çıkmaz. Bahadır’a başladığı işi bitirmesi için yardımcı olmak istediğini ve hayatta ilk kez bir işe yarayacağını düşündüğünü söyler. Tuba kalmayı çok ister çünkü Bahadır’ın dünyayı değiştirmeye çalıştığını düşünmektedir. Naif bir girişimdir Bahadır’ınki. Naif olduğu kadar da korkunç gösterilebilen. İzleyiciler filmin sonunda Bahadır ile empati kurmanın yolunu Tuba karakteri üzerinden sağlarlar. Tam bu esnada Bahadır’ın annesi gelir. Bir diğer kırılma anı da budur. İzleyicilere bir iç rahatlama sağlatmanın fırsatı olabilecek bu sahnede Bahadır annesinin onu sevdiğine dair sözlerine inanmamış gözükmektedir.

Bu iç rahatlaması anne sahnesi ile sağlanmaz. Bahadır cama çıkar ve elindeki mikrofona doğru konuşmaya başlar:

“Merhaba ben Bahadır, sizin deyiminizle küçük baş belası. Çoğunuzun yüreğini ağzına getirdim. Sabah keyfinizi bozdum. Saatlerdir ayaklarınıza kara sular indirdim. Susattım. Çişinizi getirttim. Yordum. Ortalığı birbirine karıştırıp durgun suya taş attım. (…) Bana daha neler söyleyeceğinizi bilmiyorum. Ben kendim için en güzel tanımı buldum. Annemin de dediği gibi ben iyi bir insanım. İyi insan etrafındakileri mutlu etmeyi bilendir. Ben bunu başardım. Aptal, sakar Bahadır, beden derslerinde nal toplayan Bahadır, otobüslere binemeyen Bahadır. Dört göz, salak Bahadır. Herkesi mutlu eden başarısız çocuk. Aslında hep beni düşünüyorsunuz. Sınavlarda kötü notlar aldığınızda nasılsa Bahadır da kötü aldı deyip hiç üzülmüyorsunuz. Her gün her dakika beni seviyorsunuz aslında. Kendinize söylemekten korkuyorsunuz ama beni seviyorsunuz değil mi? Çünkü sizi mutlu ediyorum. Şimdi bile, şu anda bile! Yani neymiş Bahadır Yurtsever iyi bir insanmış!”

İlginçtir ki, bütün film boyunca ayakkabılarının bağcığı açılan Bahadır polislerin karşısına dikilip beni öldürmelisiniz diye bağırarak koşmaya başladığında polis teşkilatındaki en keskin nişancının hedefi sapar ve Bahadır bağcıklarına basarak dengesini kaybettiği için kurşun beklenmeyen bir yere saplanır. Bahadır artık vardır ve özgürdür.

What do you think?

1 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Pınar Eldemir

Merhaba,

Siyaset, sosyoloji, edebiyat ve kültür derken kendimi yazıyor buldum.

Bir cevap yazın