in

Bir salı günü hikayesi

Benim hayatım bir Salı günü hikayesi misali… Çocukluğumdaki anıları oluşturan şeylerin çoğu belki de hep Salı günleri tarafından dolduruldu. Mahalle pazarları olur ya hani, öğleden sonra çok öğlen vakti değil ikindi saatleri çıngır çıngır pazar arabaları sesleri gelir, diğer günlerden farklıdır çünkü bugün diğer günlere nazaran daha çok tanıdık görürüz, buzdolabında yiyecek daha yeni, daha renkli ve daha taze şeyler vardır akşama ziyafet varmışçasına… Pazar alanı da pazara gidiş süreci kadar renklidir aslında. Bir tarafta taze çarliston biberin kokusu, mis gibi çilekler, bir tarafta yeni kumaş kokusunu savuran pazarcıların çadırlarının tepelerine asılmış elbiseler… Pazar sanki iki farklı gezegen misali…
Kıyafetlerin olduğu bölümler epey ilgi çekici, hele o salladığımda içinde düdük gibi sesler çıkan, bir Barbie bebeğinden irice, sarı saçlı, istisnasız mavi gözlü, kafası çok rahat kopup takılabilen, bebekler, makarna misali kıvır kıvır siyah taç tokalar, ya da bir kutunun içinde takımmış gibi duran, anne olmuş dul bir Barbie bebek ve iki çocuğu, biri bebek arabasında… O bebek için ne çok ağlamıştım sanki bir daha asla öyle bebeğim olamayacakmış gibi, bütün kainatı gezsem ondan güzelini bulamayacakmış gibi, ne kadar da kederli bir durum kendim için :D. Nasıl yırtınıyorum! Annem kolumdan tutup uzağa götürdükçe canımdan can kopuyor. Nasıl bir istektir! Annem her zaman parasını neye harcayıp neye harcamayacağını bilen biri olmuştur babamın aksine… Almadı tabi her anne gibi “Evde dolu oyuncağın var” diye söylense de bana hiçbir şekilde tesiri olmamakla birlikte çığlıklarım çok daha yükselmeye başladı tabi. Sonra dedenin biri fazla beyaz sakallı, başında takkesi, belliydi çocukları çok sevdiği gözlerinden, yavaş yavaş çekimser bir şekilde bana yaklaşıyordu, elinde o bebek. “Al bakalım,” dedi bana. Almadım tabi, ne münasebet der gibi bakıyordum adama, ne alaka şimdi dercesine. O uzattıkça ben annemin çevresini dört dönüyordum. Annem: “Yok yok almasın evde bir ton oyuncak var, sağolasın amca”, dedikçe içim yanıyordu sanki. Anneme olan öfkem gözlerimden okunuyordu.
Dede: “Olsun kızım, çocuktur benden hediye olsun,” dedi elime iliştirmeye çalıştı hemen tuttum kutunun bir tarafından. Artık feriştahı gelse alamazdı o kutuyu benden, alan razı veren razıydı. Annem mütevazı bir gülümsemeyle; hadi yine iyisin, bir daha benden uzun bir süre oyuncak isteme deyip zorla teşekkür ettirip çok çekindiğim o dedeyle tekrar münasebete soktu ama olsun o bebekle neler yapacağımı hayal etmekten, arkadaşlarıma nasıl hava atacağımı ve ona ne güzel kıyafetler yaparımı hayal etmekten kendimi alamıyordum ki… Sanki ilk bebeğim oymuşçasına davranmam da annemi oldukça sinirlendiriyordu belki de zoruna gidiyordu bu şekilde davranmam. Sanki biz sana hiç oyuncak almıyormuşuz gibi davranıyorsun, dediğini duyuyordum ama aldıran kimdi ki! Tabi o da diğer bebekler gibi en fazla 4 gün yaşamını sürdürebildi ve oyuncak çöplüğünde, içi oyuk bir çekmece altlığında buluyordu yerini tabi ve ben yine sözde oyuncaksızdım 😀
Biraz büyüdükten sonra yani yaklaşık 11 yaşında falanım, ve çok fazla yaşıtım vardı sitemizde. Hepimizin aklı aynı çalışıyordu sanki. Ne yapsak da bakkala gidip istediğimizi alabilsek diyorduk, yani bir gün yine nankörlük ediyorduk ailelerimize 😀 Salı günleri geldi aklımıza daha doğrusu bu da yine bir Salı günüyle başladı. Bir gün komşumuz pazar arabasını apartmanın merdivenlerden çıkartamadığı için yardım istedi biz de koştuk 2 kişi, yardım ettik ve bunun karşılığında pazar arabasından iki tane armut uzatmıştı. Armutlar öyle tatlı geldiler ki sanki hiç armut yememişiz gibi hayatımızda. Bedava elde ettiğimiz için midir bilmiyorum ama sanki kısa günün karı gibi ne kadar da mutlu olmuştuk. Sonra bunu çocuk kafasıyla ticarete dökmeye karar verdik ve sitenin içine pazar arabasıyla giren her tanıdık komşumuzu tam merdiven kısmına geldiğinde koşarak hep bir ağızdan:”Çıkarmana yardım edelim mi Hatice teyzeee!” diye çoğu komuşumuza yardım ettik bu şekilde. Kimisi para verdi, kimisi meyve. Özellikle para bizi öylesine cezbetti ki; acaba sitenin girişinde mi beklemeye başlasak diye bile düşünmeye başladık 😀 Bu genelde yazları olurdu tabi.
Peki kışları… kışın okula gidip gelirdik ve salı günü akşamları elim sabaha kadar mandalina kokardı, tırnaklarım portakal soymaktan sapsarı olurdu. O sebeple portakalı oldum olası sevmemişimdir 😀 Ama o portakal kokusuna balık kokusu karışınca işte benim için aşkın tarifi bu olsa gerek. O balık kışları ve salı günleri istisnasız alınırdı. Ve sanki koşullanmışcasına balık olmadan salı günü çok boş geçecek gibi gelirdi bize. Salı günlerinin çok önemi vardır bende, üniversitede Ankaradayken de kaldığım yurdun semt pazarı Salı günleri kurulurdu ama hiç bir zaman o tadı bana veremedi 😀 Tek artısı anılara götürüp getirirdi o pazarın da salı günü açıldığını hatırladıkça 😀

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Gülsüm DURAN

Yozgat'ın kendine has bir mahallesinde doğup kendimi Bursa'da bildiğim ve bulduğum ben, eskiden beri İngilizce sevdalısı olup tam da o mesleği seçip Gazi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği mezunuyum, liseden bu yana tiyatro, yazarlık, taklitler gibi sanatsal yönümü ortaya çıkarmaya çalışsam da iş güç sanırım tam kendimi aktaramamış olsam gerek ki Mornota ile tanışınca içimdeki bütün fırtınaları anlatma ve hissettirme fırsatını artık yakaladığımı düşünüyorum. Teşekkürler Mornota, love you.

Bir cevap yazın