in

Çocukluk Yılları ve Yeni Dünya

Çocukluğumun geçtiği mahallede “Almancıların” yaşadığı kahve rengi kapılı bir ev vardı. Uzun bir yıl boyunca kapalı olan bu kapı, sadece yazları belli bir dönem için açılıyordu. İki bahar ve bir kışı sessizlik içerisinde geçiren bu ev. Ağustos ayının kısa bir dönemi için panayır alanına dönerdi. Vaktiyle, lüks sayılan alman mühendislik harikaları araçlardan yarım düzine kadar gelir giderdi. Ben tarlada aileme yardım ederdim. Bazen de oyun oynamak için kaçar, çocukluğumun tadını çıkartırdım o vakitlerin bir daha geri dönmeyeceğini bilemeden.

Evimiz anayolun üzerindeydi. Tarlada iş olmadığı zamanlarda sıklıkla, küçük bir tezgâhın üzerinde büyük bir özenle döşenmiş emeklerimizi satardık. Şimdilerde aynı ürünleri doğal ve organik adı altında yüksek paralara alıyoruz. Bilmiyordum ki kısa sürede dünyanın bu kadar değişeceğini. O saf emeklerimizi, gün doğumda açılan gözlerimizle birlikte gün batımına denk toprağa aşılardık. Kol saati takmazdık o dönemlerde. Güneş yükseldikçe yavaşlar, düştükçe hızlanırdık. Karanlığa yakın yollarda olurduk. Ne zaman ki kahverengi evin kapıları açılırdı, işte o vakitler çocuk olduğumu hatırladığım anlar olurdu. Hiç bayat ya da taze olup olmadığını bilmediğim ve markasını dahi okuyamadığım o bol sütlü çikolataları yerdim. Ciddi anlamda çok severdim o çikolataları. Nasıl olurdu da bu kadar güzel bir çikolata bizim ülkemizde üretilmezdi diye serzeniş ettiğimi dahi hatırlıyorum.

Bir keresinde, tezgâhta yaptığım satış parasıyla kahverengi kapılı evin sahibinden çikolata satın almak istedim. Haliyle, sarı fötr şapkalı abi satılık çikolatası olmadığını ve çikolatadan da kalmadığını söyledi. Bana bir avuç kadar şekerleme verdi. Tüm emeklerim yabana gitmişti. Çikolata almak için biriktirdiğim parayla, hafta 1 defa gelen dondurmacıdan dondurma almamıştım. Şimdi bir hafta beklemeliyim dondurma almak için. Sarı fötr şapkalı abinin akranım bir çocuğu olmaması iyi değildi. Eğer olsaydı belki ortak bir plan ile bol çikolatalı bir yaz sonu geçirebilirdim. Şimdilerde adının SCHOGETTEN marka çikolata olduğunu öğrendiğim o çikolatalardan bolca alıp yiyebiliyorum lakin hiçbir zaman çocukluğumda ki o tadı alamıyorum. Sanki çikolatayı üreten firmanın sahibi çalışılanlarına “Bu çikolatayı asla eskisi gibi üretmeyin” demiş.

Keşke böyle olsaydı ama değil maalesef. Ben değiştim. Büyüdüm ve aldığımız o eski tatların hepsini unuttuk. Aslında unutmakta demeyelim. Dillerimizi tırpanladık, üzerinde ki her hücreye zarar verdik. Mesela bolca sigara içtik, alkol kullandık, olmadık şeyleri dillerimize sürdük ve de akıldan geçen o densizlikleri aracı eyledik. Asıl önemli olan noktalardan biri ise kimya ve gıda sektörünün Avrupa’da Türkiye’ye göre çok daha “gelişmiş!” olmasıydı. Çok farklı yapma kimya ürünleri tat ve dayanıklılık vermek aracılığı ile gıda ürünlerinin içine katılırdı. Şimdilerde bırakın gıda ürünlerine bu yapma kimyevi ürünleri koymayı, adını dahi yan yana kullanmak imkânsız. Bir gıda ve kimya mühendisi değilim. Belki aynı formül genetiği değiştirilmiş uzmanlar tarafından zorla mutasyona uğratılarak başka isimler altında konuluyor olabilir.

Benim şahit olduğum yıllar 90’ların sonuydu. Yaşım gereği o dönemler çocukluk çağının içerisindeydim. 2000’lerin başı yavaş yavaş gençlik çağlarımın başlamasıyla, 90’lı yıllara göre oldukça farklı cereyan etmişti. 90’lı yıllardan önce doğmuş tüm bireyler için özellikle 80’ler ve 70’li yıllar unutulmaz bir kültüre ev sahipliği yapmış. Ben bizzat yaşayıp deneyimlemesem de konuşulanlar, yazılanlar ve dillerden düşmeyen şarkılarıyla o dönemler, siyasi olaylarıyla, mahalle kültürü, henüz kapitalist sistem türbülansına girmemiş ve ürün çeşitliliğinin az olduğu, herkesin yettiği kadar üretip tükettiği, dayanışmanın son ayak izlerinin görüldüğü yıllar olarak tarihe damgasını vurmuş. Şimdilerde 35 yaş ve üzeri sokakta ki insanlara o yıllar nasıldı? Diye bir soru sorsak, eminim çoğu insan, o yılların samimiyetini ve sıcaklığını çok özlediğini söyleyecektir.

Çocukluğumda en iyi müşterilerimiz, yakın bir köye şifalı su almaya gelen şehirlilerdi. Şehirden öte farklı bölgelerden gelenler dahi oldukça çok olurdu. Su almaya giderken sipariş verip dönüşte alan sabit müşteriler edinmiştik. Bir listeye yazılan bu siparişler, müşteri gelmeden tarladan tap taze toplanır ve paketlenirdi. Her gelişlerinde bizlere şehirden küçük hediyeler getirenler dahi vardı. Güzel günlerdi o günler. Çünkü her şeyin değeri az ya da çok bir şekilde bilinirdi. O dönemlerde organik olmasına rağmen, emeklerimizi pazar, manav ya da süpermarketlerde satılan organik olmayan ürünlerden daha ucuza satardık. Kaliteden anlamayan şehrin malum insanları, üzerinde küçük çürükler olan ve tam anlamıyla doğanın şekline bürünerek simetrik büyümemiş ürünleri kalitesiz bulurlardı ve ihtiyaç yaratma sanatı uzmanları bu işin böyle olmasına özen gösterirlerdi. Seralarda ya da tarlalarda hormonların halaylarıyla büyüyen ürünlere göre daha ucuza ürünler. Daha kaliteli, daha yararlı, daha sağlıklı fakat çok ucuza ve müşteri bulmakta sıkıntılı zamanlar.

Tıpkı ABD’nin 1920’lerde ihtiyaç fazlası mısır yağı üretimini, “Zeytin yağı kanser yapar. Mısır yağı yiyin ve zeytin ağaçlarını kökünden kesin” zihniyetiyle Akdeniz ülkelerine sattığı günlerde ki gibi. Tam olarak bilmiyorum lakin o dönem ciddi oranda zeytin tarlası tahrip edilmiş ve ABD çok büyük miktarlarda mısır yağı ihraç ederek ekonomisine ciddi katkı sağlamış. Düşünebiliyor musunuz? Zeytin yağının kanser yaptığı söylenmiş ve bu sayede zeytin yağından nicelik bakımından onlarca kat alt bir düzeyde olan mısır yağı sadece Akdeniz ülkelerine değil, neredeyse hemen hemen tüm dünya ülkelerine pazarlanmış. Dikkat edin Hollywood yapımı filimler de o devasa mısır tarlalarını göreceksiniz. Hala daha ABD hükümeti bambaşka zihniyetler altında bu mısır yağını satmakta. Mısır yağı çok zararlı asla kullanılmamalı demiyorum. Demek istediğim. Bu içinde yaşadığımız sistem, gücü elinde bulunduran ülkeler tarafından nitelik bakımından üstün olan her şeyi nicelik bakımdan üstün olan ile yer değiştirip pazarlamakta. Tıpkı mısır yağı ve zeytin yağı ilişkisinde olduğu gibi.

Hemen hemen her yönüyle şimdi ki zamandan farklı olan o yıllarda ki komşuluk ilişkilerinin değerini şimdi çok daha net anlayabiliyorum. Sanırım acı tecrübeyle bunu hepimiz fark etmiş olmalıyız. Durmaksızın birbiri üzerine yığılmış ve maalesef büyük bir süratle devam eden, geçmiş yıllara göre devasa sayılabilecek apartmanlar, gökdelenler ve iş merkezleri bu komşuluk anlayışımızı kökten değiştirdi. Sadece aileler arası komşuluk ilişkisinden bahsetmiyorum. Akrabalık ilişkileri, arkadaşlık, aşk ve esnaflar ile bu esnaflarda çalışan emekçiler arasında ki ilişkiler de paralel bir şekilde komşuluk ilişkileri gibi değişime uğradı. İnsanlar artık üst komşusunun kim olduğunu bile tanıyamayacak vaziyette. Evde pişen yemeklerin komşulara ikram edilmesi. Akşamları ortak bir yerde yapılan çay sefaları, komşuya emanet kavramı yok olmaya yüz tutmak üzere. Elbette dünyada, ilişkiler ve diğer şeylerin hiçbiri sabit kalmaz. Mutlak suretle değişime uğrar ve döngüye ayak uydurur, bu doğanın kanunu aksi takdirde durgun bir su gibi kirlenir.

Değişimin her yönüyle daha yumuşak yaşandığı 70-80-90’lı yıllar ile çok sert ve bazı radikal değişimleri içerisinde barındıran 2000 ve sonrası birbirinden negatif bir şekilde ayrışmakta. 90 ve öncesinde ki ilişkilere baktığımızda, bizleri karşılayan ilk şey yardımlaşmanın ve samimiyetin büyük bir içtenlikle el sallamasıdır. Açık bir eleştiriye meydan vermeden bunu görüyoruz. Ben 90’lar da çocuktum komşularımıza gezmeye giderdik, ciddi anlamda sırtımızı dayayacağımız arkadaşlarımız vardı. Akrabalar aranır hâl hatır sorulurdu. Özellikle bayramlar. Ah işte nerede o eski bayramlar dediğimiz bayramlar. Çocuklar için hazırlık sürecinin en az bir hafta önce başladığı yıllar. Arife gecesinin uykusuz geçtiği, sabahında ebeveynlerden önce kalkıp büyük bir iştahla güne hazırlandığımız, toplanacak paranın hesabının günler öncesinden yapıldığı yıllar. Büyükleri bile en az çocuklar kadar heyecanlandıran günlerden sonra, şimdi sadece tatil yapmanın, dinlenmenin ön planda olduğu yıllara geçtik.

Edip Akbayram’ın şu sözlerinden ;

“Her gün akşam olduğun da,

Gülün rengi solduğunda,

Bir başıma kaldığımda,

Yokluğun kanar soluğumda”

Norm Ender’in

“Bak bir söz daha yerinde duramazsın

Sen benim sevdiğim kız değil

S*****im kız bile olamazsın”

Sözlerine evrimleşen aşk ilişkileri. Popüler kültür getirisinin maalesef en karanlık hallerinden biri. Belki Y ve Z kuşağı olarak bizler bu değişimlere daha rahat ayak uydurabildik lakin bu radikal değişim süreci  X kuşağı için bir deprem etkisi yarattı. Zaten çok fazla değişime açık olmayan x kuşağı, teknolojinin amansız yükselişi ve popüler kültürün yarattığı etkiye hala alışabilmiş değil.

Orak ile elle biçilen ekinler ve bu ekinleri düven ile harman eden kuşak için o zamanlar, çocukluğu yaşamak için en iyi fırsatlardan biriydi. Düveni taşıyan at üzerine binerek çocukluğun en masum günleri belki bir kahkaha belki bir tebessüm ile geçerdi. Şimdilerde maalesef toprağa değmeye korkan çocuklar türettik. Sonra da hastalıkların ciddi derece de artmasından şikayetçi olmaya başladık. Eğer bizler doğamız gereği her zaman temas halinde olmamız gereken topraktan uzaklaşırsak bu durumun ortaya çıkmasını normal karşılamalıyız. Ben hatırlarım, ailemin toprak ile oynamak için beni ve ablama bahçede bir yer yaptıklarını. Maalesef şimdilerde toprak, bir öcü gibi, kirlilik simgesi olarak gösteriliyor. Ne kadar ticari bir markanın ürünlerini satmak için geliştirdiği bir reklam sözü olsada şu sözü gerçekten seviyorum “Kirlenmek güzeldir.”

Büyüklerimiz çok daha iyi bilir ama bence bu durum tehlikeli bir virajın içinde olduğumuzu gösteriyor. Mutlak suretle değişim hızımızı azaltmalıyız. Çok hızlı giden bir araç gibi yoldan çıkmadan önce, bir dakika durup nereye gittiğimize bir bakmalı. Köprüden önce son çıkışa çok yaklaştık.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Şeref Uygun

Bir cevap yazın