in

İçimdeki İstanbul

Biliyor musun İstanbul? Artık çok büyüdüm ben.

Hatırlıyor musun? Yedi yaşında bir çocuktum o zamanlar. Okula başlayacağım için heyecandan ölüyordum. Annem, siyah okul önlüğümü kendi elleriyle dikmişti. Sabaha kadar bekleyecek sabrım yoktu. Geceden kalkıp giymiştim o güzel önlüğümü. Annem, saçlarımı iki kuyruk yapmış, beyaz kurdelelerle süslemişti. Beyaz yakalığımı da takmıştım. Küçük, kırmızı bavul çantam da günler öncesinden hazırdı. Karnım açtı ama heyecandan hiçbir şey yiyemiyordum. Neyse ki beslenme çantam vardı yanımda. Acıkırsam, mis gibi reçelli ekmeğimi yiyebilirdim. Benim okullu bir kız olduğumu görmek ;annem ve babam kadar seni de gururlandırmıştı İstanbul. Onlar gibi sen de bağrına basıp sarıp sarmalamıştın beni. İşte, o gün seninle dost olabileceğimizi anlamıştım. Zaman zaman kızmıştım , öfkelenmiştim sana ama yine de çook çok sevmiştim seni İstanbul

Hep oturup sohbet ederdik seninle. Şakalaşır gülüşürdük. Dinlemeyi çok severdin beni. Tabi izlemeyi de. Okumayı söküp kırmızı kurdeleyi yakama taktığım gün beni ilk sen tebrik etmiştin. Başarılarım kadar yaramazlıklarıma da şahit olmuştun. Komşularımızın bahçesinden meyve aşırdığımız zamanlarda senin de kalbin benimki gibi küt küt atardı. Defalarca yalvarırdın bize ‘yapmayın’ diye  ama dinleyen kim? Ben ve arkadaşlarım kaşla göz arasında erikleri, dutları ceplerimize doldurup hemen kaçardık. Tabi ki dutların çoğu cebimizde vıcık vıcık olurdu, yiyemezdik onları.

Ablam benim canımın içi ablam ertesi günü bayramdı ve benim bayramda giyebileceğim doğru düzgün bir kıyafetim yoktu. Mahareti dillere destan ablam siyah ve kırmızı renkli orlonları eline aldı başladı örmeye.  Saatler içinde bana şık askılı bir elbise ördü. Üstelik iki tane de cebi vardı. Hatırlıyor musun? Sevinçten uçacaktım. Tabi ki sabaha kadar uyuyamamıştım. O güzel elbise içinde kendimi peri kızı gibi hissediyordum. Arkadaşlarımla dolaşmaya çıktım. Ceplerim şekerle doldu taştı. Elimdeki poşet de neredeyse ağzına kadar şeker ve çikolata ile doluydu. Ben ne yapmıştım o gün elimdeki ve cebimdeki şekerlere rağmen harçlığımla bakkaldan yine şeker almıştım. Ama kirazlı şekerler vardı o zamanlar, bakkaldan alınan. O kirazlı şekerlerin tadına doyum olmazdı. Ceplerimden şekerler yerlere doğru savruluyor, elimdeki poşeti de neredeyse taşıyamıyordum ama kirazlı şekeri öyle iştahla yiyordum ki… Sen büyük bir kahkaha atmıştın. Senin bu kahkahan da  beni çıldırtmış, deliye dönmüştüm. Sana, en çok kızdığım günlerden biriydi o gün. Çünkü, sen benimle alay etmiştin. Neymiş efendim, elimdeki, cebimdeki şekerlere rağmen niye gidip tekrar parayla şeker alıyormuşum. Hani dosttuk seninle. Dostlar birbirlerini sırtından mı vurur. Benim çocuk olduğumu unuttun demek ki çocuk olmak işte böyle bir şey İstanbul. Şekere doyamamak demek. Çocuk olmak, ağaçların başından inmemek demek. Çamura bulanmak, iliklerine kadar ıslanmak demek.

Haa unutmadan ilkokul üçüncü sınıftayken bir erkek öğrenciyle saç saça baş başa yaptığım kavgada da yanımda olmadın. Alacağın olsun senin. Oysa o gün sana o kadar çok  ihtiyacım vardı ki. Bak bugün gibi hatırlıyorum. O çocuk, herkese sataşan, insanları hor gören biriydi. Hemen hemen her gün birileriyle kavga ederdi. Aynı  sınıfta değildik ama koridorda bahçede hep bizleri rahatsız ederdi. Yağmurlu, çamurlu bir kış günüydü. Sırada bekliyorduk, az sonra sınıflarımıza girecektik. Birden o çocuk yanıma yaklaştı. Saçımı çekip kaçtı. Üstelik ilk de değildi bu. Ben de arkasından koştuğum gibi hemen beline yapıştım, yere yıktım. Şok olmuştu. Çamurun içinde debelenip durduk dakikalarca tabi ki ben galip geldim. Çamurdan tanınmayacak hale gelmiştim. Ama olsun, ondan öcümü almıştım işte. Sen ne yaptın o gün? Yine bir kahkahayla ‘keçi kız seni’ diyebildin sadece. Oysa iliklerime kadar ıslanmıştım. Tir tir titriyordum. Senin, beni anlamanı; yanımda olmanı beklerdim. İkinci kırgınlığım da sana işte o güne dairdir. Haa sakın savunmaya geçme İstanbul. O da çocuktu sen de çocuktun diye bak, ben de çocuktum ama onun gibi asla birine zarar vermemiştim. Senin, haklıyı haksızı ayırt edebilmeni beklerdim. Kavga sonrasında öğretmenimden de azar işitmiştim üstelik. Neymiş efendim ‘Bir kız çocuğunun, bir erkek çocuğu ile saç saça baş başa kavga etmesi yakışık alır mı?’ imiş. Peki ben soruyorum öğretmenime o çocuğun durup dururken bana sataşması yakışık alıyor muydu?

Hey İstanbul! Bana sarılıp. ‘İçim yanıyor, içim yanıyor.’ diye  hıçkıra hıçkıra ağladığın o akşamı hatırlıyor musun? Petrol yüklü bir gemi boğazın serin sularından geçerken bir alev topuna dönmüş. Kulakları sağır edercesine kuvvetli bir sesle bomba gibi patlamıştı. Her taraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Nasıl feryat etmiştin İstanbul  küçücük yüreğim dayanamamıştı acına. Ben de seninle hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. ‘Benim İstanbul’um bunu hak etmedi onu neden yaktınız.’ diye  bağıra bağıra ağlamıştım. Nasıl acı çekmiştin canım İstanbul’um. Yüreğini nasıl yakmışlardı senin. Günlerce, haftalarca hayallerin, umutların da yanmıştı için için.

Sen; çok, çok şakacıydın İstanbul. Bazen boş bulunurdum, o zamanlarda korkutucu olurdu şakaların. Yolda arkamda yavaşça yanaşır; gözlerimi kapatır. ‘hadi, bil bakalım ben kimim?’ diye sorardın ben de ‘yapma artık şunu, çocuk olma haydi İstanbul, sensin sensin işte’ dediğimde nedense çok şaşırırdım. ‘Nasıl anladın yine.’ der dururdun. Nerden anlardım biliyor musun? Ellerin ipek gibi okşardı gözlerimi. Sesin yüreğimi derinden titretirdi. Bu, senden başkası olamazdı. Bazen, sabahlara kadar şimşek çakar; gök gürler ardından alabildiğince yağmur yağardı. Ne kadar korkardım gök gürültüsünden, şimşekten hatırlıyor musun? Pencereden dışarı bakmazdım. Bir köşede büzüşüp kalırdım. İşte o zamanlardan tanıyorum yumuşacık ellerini. ‘Korkma ben buradayım.’ diye beni sakinleştirdiğin tatlı sesini gök gürültülü korkunç o gecelerden hatırlıyorum.

Biliyorsun ya İstanbul Fikirtepeli olmak çok çok özeldi benim için. Çok güzel bir çocukluk geçirdim orada. Az katlı evlerimizde çok katlı mutluluklar yaşardık. Yazın çekirdek çıtırtıları gelirdi balkonlardan. Mis gibi çay ve kahve kokuları eşlik ederdi doyumsuz sohbetlere. Tabaklar dolusu yemekler gider gelirdi evler arasında. Bayramlarda evler konuklarla dolar taşardı. Herkes birbirini tanır, birbirine kol kanat gererdi.

Kışın da ayrı bir keyfi vardı. Kar yağdığında tüm komşularımızla hep birlikte çıkar kar topu oynardık. Saatlerce. Parmaklarımızın uçlarını soğuktan hissedemezdik. Sım sıcak hazır bir çay yanında hamur işleri bizi beklerdi. Sevinçlerimiz de ortaktı kederlerimiz de. Ne oldu birden bire bizlere İstanbul?

Evet, dostum o güzelim küçük evleri yıktılar, mis gibi meyve ağaçlarını kestiler. Komşularımız dağıldı başka yerlere. Sokaklarımız, evlerimiz küçüktü ama hayallerimiz büyüktü o zamanlar. Şimdi ise kocaman binalar dikiyorlar hatıralarımızın üzerine. Fikirtepe, ruhunu kaybetti, yüreği taşlaştı. Bunun bir de adı varmış. ‘Kentsel Dönüşüm’ diye. Giden hiçbir şey geri dönmüyor oysa. Ne komşularımız dönecek geriye, ne de onların rengarenk hayalleri.

Biliyor musun İstanbul? Artık kirazlı şekerler yok. Şekerlerin çikolataların eski tadı da yok. Ağaçlardan erik ve dut koparmıyorum artık. Çamura da bulanmıyor elim yüzüm. Dedim ya dostum çoook büyüdüm ben.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote

Bir cevap yazın