in

Dursa Zaman

Böyle bir havada ne soğuktan yaprak gibi titrerdin, ne de sıcaktan dondurma gibi erirdin.. Papatyaların gün yüzüne çıkıp yol kenarlarını kar gibi kapladığı, güzel kadınların saçlarını melek haresi gibi süslediği, insanların kabuklarından çıkmaya başladığı, doğanın usul usul uyandığı bir mevsimdi.

Saat 05:10. Yeni bir günün ilk ışıkları evin içine dolmaya başlıyor..

Akşam üzeri deniz kenarında üşüdüğün için sevgilinin ceketine sımsıkı sarılacak kadar serin, dostlarınla neşeli sohbetler ederken bir anda dalıp gidecek kadar yalnız bir sabahtı onun için.. Düşüncelerini perdelemek istercesine daima salık bıraktığı saçları, karşı cinsin dokunabilmek için ellerinden geldiğince çaba sarf ettiği kıvrımlı vücudu, bir nefes alınmış son dal sigarası vardı kalem gibi uzun, ince parmakları arasında.. Bakışlarının ardında kendinden dahi sakladığı sırlarıyla üzerinde bedenine bol gelen, omuzlarından biri düşmüş lacivert bir kazakla, sitenin en sonundaki evin, ikinci katının penceresinde tablosu çizilesi bir kadın görünüyordu… Aslında yeterince genç bir kız olmasına rağmen, yaşadıklarının surat ifadesine, duruşuna, bakışlarına verdiği anlamdı onu bu denli olgun gösteren..

Düşüncelerinin derinliklerine o kadar inmişti ki, pencereden içeri sızan serin hava bir tüyünü bile diken diken etmiyordu. O karmaşa arasında bilinçli yaptığı tek şey sigarasından usulca nefes almaktı. Belki de onu bile bilinçli yapmıyordu. Uyumamıştı, uyuyamıyordu. Gözlerini her kapattığında aklından binbir çeşit düşünce geçiyordu, hepsi de birbirinin uç noktalarındaydı. O düşünceden diğerine, ötekinden bir başkasına atlıyordu beyni.. Uyumayı denediğinden beri bu döngü devam ediyordu. Bir haftadır beş saat ya uyumuştu, ya uyumamıştı zaten.. Kan çanağı gibi gözleri, göz kapaklarıyla savaş fermanını çoktan imzalamıştı..

Bazı geceler uyku tutmazdı. Bedenin uyku için sana yalvarsa da beynin uyumamak için direnirdi. Seni uyutmamak için çeşitli düşünceler aklına getirirdi. Seni rahatsız eder, uykuya yaklaştırmazdı. Böyle bir geceydi onun için, sadece düşünüyordu. Sabah olduğunu dahi fark etmemişti. Üstünde ruhani bir dinginlik, bitkinlik ve melankoli vardı. Karnı çok acıkmıştı ama bir lokma bir şey yiyemeyecek kadar iştahsız hissediyordu. Bazı geceleri böyle geçiyordu. Sabaha kadar düşünür, düşünür, düşünür hiçbir sonuç çıkaramazdı. Kendiyle konuşur, konu konuyu açardı. Sadece kendiyle konuşurdu, insanlara kendini bu kadar açamazdı. Eğer açarsa karşısındaki kişinin ona zarar vermesinden korkardı. Kendi içinde böyle biriydi işte. Daha derin bir kadındı aslında ama göstermezdi, gösteremezdi. Hatta kendi bile göremezdi..

Saat 08:30..

Sokaklar hareketlenmeye başlıyor ve gün aydı. Pencere pervazında duran kül tablası kadının kafasının içindekiler gibi.. Şişman, kül rengi, uzun tüylü bir  kedi giriyor odaya, kuyruğunu sallaya sallaya ve usulca. Kadının bacağına sürtünüp hafifçe mırıldanıyor.

Tuvalete doğru ilerliyor. Aynadaki yansımasını görünce gözleriyle kendine bir şeyler anlatmak istermişçesine donuk bir şekilde bakıyor. Sadece yüzünü yıkamanın işe yaramayacağını düşünerek soğuk suyla duşunu alıyor. Duştan çıktığında tüylerinin diken diken olmuş teninden soğuk suların damlaları,  yerçekiminin etkisiyle aşağı doğru tenini okşayarak kayıyor. Yatak odasında dolabının önüne oturup eline geçeni giyiyor. Normalde böyle bir hareketi asla yapmaz. Bu istisna yalnızca bu tip bir geceyi atlatınca oluyor. Ruh hali kıyafetlerine ayna görevi görüyor.

Saat: 09:00

İşe gitmesi gereken saat geldi. Kapitalizmin bir başka kötü yanı da bu.. Aile fertlerinden birini ebediyen toprağa verdiğinde birkaç gün sonra mecburen işe gitmek zorunda kalıyorsun.

Kadın bunun bir tür işkence olduğunu düşünüyor.

Kadın bunun kalbini bin parçaya da bölse ayakta durması gerektiğini düşünüyor.

Kadın ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın, insanın başına ne gelirse gelsin hayatın hiç durmaksızın devam ettiğini o gün anlıyor…

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Okur

Written by Şeniz Kurtcebe

Bir cevap yazın