in

Bir bilsen mihriban

Uzun ve soluksuz bir köy yolunda kaybettim çocukluğumu. Han gibi sıralanmış çamların altına saklandı gölgem bile. Alıp götürdüler ruhumu sanki bu alemden. Yüreğimi kendimin en ücra köşesine kilitledim bende. Artık doğan güneş herhangi bir umut vaat etmiyordu bana. Hiç bir insan evladına tahammülüm kalmamıştı. Korkularımın kol gezdiği odalara sakladım yüzümü. Çılgın sellerde boğuldu gözlerim. Her şey bu denli etkisi altına almışken beni , kederden paslanmış yataklarda, karanlığın koynunda, küflenmiş düşüncelerle yatıp kalktım aylarca. Hiç kimse sahiden ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olduğumu bilmiyordu. Çünkü ben de bilmiyordum.

Seni son görüşümde yüzünde seyrelmiş bir sevinç vardı. Tazeydi hayatın izleri daha. Etinde hala duruyordu kokun. Öyle uzun baktım ki aldıkları canına… Öyle uzun baktım ki hayatın çekildiği ruhuna. Orada çektim herhalde ölümü içime. Ellerinden tuttum neredeyse uzanıp okşayacaktı başımı. Çıplak ayaklarında cennete giden yolu tarif eden bir sürü çatlak vardı. Karlı , buz kesmiş bir yoldu o yol. Zordu, ağırdı muhakemesi. O kadar güzel bir yere varıyorsa bu yol, nasıl olur da ayazı böyle vururdu ayaklarına , kimse bilmiyordu.

İçimde öfkenin , içimde acının , içimde bir çocuğun katli yerine getiriliyordu adeta. Yerine bir öksüz , bir kadın ve hırpalanmış bir genç kız yerleştiriliyordu acıta acıta. Canıma öyle tecavüz ediliyor, öyle tecavüz ediliyordu ki. Gücüm, ağlamaya bile yetmiyordu. Gücüm, adını haykırmaya, sıfatını dillendirmeye bile yetmiyordu. Çünkü kurak ve telaşlı yollardan gelmiştim sana. Aramıza şehirler, insanlar yığılmıştı. Aramıza benim hayatım yıkılmıştı yakın zaman önce. Beni, o aramıza hayatların girdiği uzaklara uğurlayan da sendin oysa. Her defasında kırgın bir çocuk nazıyla biriken gözyaşlarının gönlünü, gülümseyerek alırdın. Ben gönül almayı o zaman öğrendim işte. Nasıl bir kadın çocuğuna nazlanırsa çocuk gibi, öyle nazlanmayı öğrendim. İçinde bir volkan patlamak üzereyken bütün hiddetiyle, yağmur serinliğinde sakin olmayı öğrendim ayrılıklarda. Uzaklara gitme kararıyla değil , bir kadının gözyaşları yanağına değdiğinde başlarmış ayrılık. Onu da öğrendim.

Sinendeki burçtan başak tarlalarına uzanır gibi uzandım her kavuşmada saçlarına. Şakaklarına dayadığım en kudretli silah yalnızca dudaklarımdı. Çünkü senin şakakların gökyüzünden daha uçsuz bucaksızdı. Ben ise ne zaman yaralansam bir asker gibi oraya bakıp selam verirdim. Orada yazardı çünkü kadın olmanın kanlı tarihi. Yitirilmiş bir sevdanın hikayesi, el olmanın eksikliği ve ana olmanın şanlı destanı oraya kazınmış bir bayrak gibiydi gözümde.

Canım hep; yıkık duvarları olan, avlusunda çocukların koşup oynadığı, pervazından içeriye ayazın vurduğu, köşesine gelinlik karanfili iliştirilmiş perdeleri olan evler çeker benim. Çünkü senin alnındaki çatının aşağısı da böyleydi. Ocakta pişirilmiş yufka ekmeği gibi kokardı ellerin. Fırsatını yakaladın mı çocuk neşesiyle eğlenirdin benimle. Ve hayatın tecrübe ettirdiği ne varsa yüzünde dururdu gün gibi. Sıvasız duvarlarını nasıl saklayamaz ise bir ev, öyle saklayamazdın acılarını. Yine de senin çatının altında saraylardan zengin ve sıcak bir yuvam vardı.

Şimdi karnım tok , sırtım pek olsa bana ne fayda? Gözümün önünde yıktılar burçlarımı. Bir evi ateşe verip gittiler. Çocuk neşesini astılar bir dağ yamacında. Altında bir karanfil filizlendi, evlerin çatılarındaki kırık kiremitlerin renginde. Gölgem kaç hanın altında kaldı bilsen…

Bilsen ki, sıvasız evlerin kıyısı boyunca sevdiğim adamları. Çatı katlarının, son kez öptüğüm alnından daha soğuk olduğunu bilsen. Yanağıma değen her ayrılığın beni kendimden ayırıp savurduğunu bilsen şimdi. Türkülerin bundan böyle dertten derde kardığını beni, hiç bir haykırışın senin şakaklarındaki bayrağa erişemeyeceğini bilsen Mihriban.

Bilsen ki, dost bildiğim dağların bana yüzünü çevirip uzaklara çekildiğini, sevdanın soframdan bin bir hakaretle su içtiğim tasa tükürerek kalktığını, her sevecekmiş gibi gelenin ışıktan daha hevesli geçtiğini hayatımdan bilsen. Kapanacak yaraları; görgüsüzlükleri, sevgisizlikleri ve pişkinlikleriyle yeniden kanatanları bilsen. Çürük ruhlarının kokusunu bir duysan burnunda.

Mihriban, yüzündeki seyrelmiş sevincin bana ölümün gerçekliğini nasıl müjdelediğini ve elbet bir gün kavuşacağımızı bir bilsen… Bana, zalimlikten kurtulup nasıl mazlum olunacağını ve bundan zerre şikayet etmemeyi nasıl öğrettiğini bir bilsen… Bir bilsen , şakaklarımda dalganan bayrakta bir tek senin acılarının yazdığını. Bana emanet edilen bu canın, yokluğunda nasıl hor görüldüğünü ve selam verecek bir bayrağım dahi olmadığını bir bilsen…

Mihriban, bir yörük gibi yaşamaktan vazgeçtiğimde, içimde binlerce kez vurulduğum sonsuz cepheleri terkettiğimde, sırtımdaki ayazı yüzüstü bıraktığımda, öfkemi vahşi bir hayvan gibi evcilleştirdiğimde ve artık nicedir hazırlığını yaptığım şehirlere indiğimde, ”kendine adil olmayan başkasına nasıl olsun?” diye kurduğum vicdan terazimin düzenini nasıl bozdular, beni bayraksız gördüklerinde nasıl bozguna uğrattılar, bir bilsen…

Sen seyrelmiş bir sevinçle beni bırakmak zorunda kaldığından beri, dünya nasıl daha kötü bir yer oldu, bir bilsen…

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Meltem Dobur

Bir cevap yazın