in

Potkal

Şubatın o tatlı, soğuk ve fantastik günleri; Şubat’ın yaşadığı dünya takviminde son yaprağını koparmıştı. Çiçek açmış ağaçların tatilden dönen kuşları, doğa ananın uyanma vaktini haberdar ediyordu. Her yeni gün gibi, yine koşuşturmaya sahne oluyordu dünya tiyatrosu. Tabi bu telaşa ortak olmayı bırak, yanından dahi geçmeyi becerememiş ayrı bir sınıf vardı.

‘Akıllarının sınırı olmayan bir topluluk’. İnsan aklının bir sınırı vardı elbette. Sınırdan ötesi inanç ve toplumun döşediği mayınlarla doluydu. İnsan, kendi yarattığı ve döşediğiyle dar bir alana hapsetmişti kendini. Sınırdan öteye geçmeye korkarak, bu dar alanda yaşayamadığı cenneti de yaşamın sonuna inşa etmişti. Hâl böyle olunca da kendisi gibi algıladıkları da sınırlıydı. En basitinden, gökkuşağına bağlı olan gözleri, karanlığın tonunu görmemişti ve o tonun en koyusunda yaşayanlardan bi haberlerdi. Birazda o tonlarda yaşayanlardan bahsetmek gerek. Hayatlarına giren her rengin koyulaştığını ve siyaha döndüğünü gören; bunu görerek yaşayanlardan bahsediyorum. Birbirlerini gölgelerinden tanıyan bu insanlar, aydınlık denen acıdan oldukça uzaktaydılar. Çünkü aydınlık, bu insanlar için fazlaca gerçek barındırıyordu. Fakat her gerçek hakikat olmamakla birlikte, karanlıkta iç aydınlanmanın en temel şartıydı.

Nitekim Şubat’ta, oturmak için kafenin en karanlık köşesini seçmişti. Öfke nöbeti geçiren gözleri, tanımadığı ama nefret ettiği birini aramayı kesmişti. Saatine baktı. Vicdanını eriten hapları içeli yaklaşık 2 saat olmuştu. Ter kokan bedenini terk edip, gözkapaklarının arkasındaki karanlığa tekrar sığındı. Artık yaşama ve dünyaya göz kapağı kalınlığında uzaktı. Biraz intiharın iç gıdıklayıcı etkisi, birazda bulunduğu dünyanın sınırsızlığının verdiği heyecanla düşünmeye; daha doğrusu istediğini hayal etmeye koyuldu. Fakat geçmiş, akıp gittiği yerlerde gözle görülür etkiler bırakmıştı kendi dünyası dahi olsa. Oda düşünmeye çocukluğundan başladı. Aradığı şeyin ne olduğunu bilmeden, her yolun dumanını ciğerlerine işlemişti o zamanlar. Daha o zamanlarda gezmeye başlamıştı uçsuz bucaksız hayal âlemlerinde. Kurduğu hayaller odasından çıkıp her yeri sarmışken, insanların gördüğü tek gerçek, kulaklığından taşan şarkılar olmuştu. Nitekim ilmik ilmik dokuduğu aykırı kişiliği, çevresi tarafından yalnızlıkla cezalandırılmış, taşa çevirdiği kalbi defalarca vicdan mahkemelerinde boğulmuştu. O ise en büyük cezayı; insanları kalabalığa hapsederek vermişti. Onun dışında uyuşturucunun verdiği yetkiye dayanarak çok büyük işler yaptığını düşünmüştü. Taki uyuşturucunun etkisi geçip küçülene kadar. Bunun dışında kendisinde kabul ettiği bazı dengesizlikleri olmuştu. Mesela akşam nefret edip terk edeceği şehri, gündüz bütün sokaklarında gezerek kucaklayabiliyordu. Bu gibi durumlarda içtiklerinin yerine, aldığı oksijeni suçluyordu.

Gözlerini tekrar araladı. Gerçekle hayal arasındaki ince çizgiyi yakalamış, karşı tarafa; gerçeğin tam ortasına geçmişti. Gözlerini kilitleyip tekrar açtı. İçtiği hapın etkisi geçmek üzereydi. O anda muhteşem bir gök gürültüsü duyuldu, akabinde yağmur damlaları kaçışan insanların kafalarına mermi gibi dökülmeye başladı. İçten gelen gülümsemesini yüzüne yayarken de zaten, herkes bir yere sığınmış, yağmurun kendileriyle ateşkesini bekliyordu. Oturduğu karanlıktan kalktı. Aydınlığa çıkarken dahi yüzündeki gülümseme devam ediyordu. Kapının ağzına doluşmuş kalabalığı elleriyle yardı. Mahkeme duvarı kadar soğuk bakışlar altında, tenine ilk değen yağmur damlalarıyla, az önce dokunduğu ellerini yıkadı. Ardından bedenini yağmura teslim etti.

Gözlerini kapatıp, vücudunu okşayan yağmuru hissederek düşünmeye başladı. ‘Özgürlük, aniden boşalan yağmurun altında, ıslanacak hiçbir şeyin olmamasıdır.’ Sonunda nabzı atmayı bırakmış, bedeniyle uğraşan kalabalığa yağmur sonrası toprak kokusu bırakmıştı.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Okur

Written by Ramazan Dede

Bir cevap yazın