in

Âsım’ın nesli: Çanakkale


Tarih dediğimiz çeşme, elbette durmaksızın sürekli olarak akmakta. Fakat geçmişe dönüp bakıldığında o çeşmenin akıttığı sular, her kesimden millete, devlete ait bazı bilgiler, gerçekler ve geleceğe yönelik önermeler içeriyor. Bugün kendi milli tarihimize baktığımız zaman da bizlerin görebileceği en temel şey belki de sağlam bir mayamızın olması. Öyle bir maya ki ta o günlerden bugünlere bozulmadan gelebilmiş ve hala varlığını korumakta. Bugün karamsar olmak için belki birçok sebebimiz var; patlamalar, operasyonlar, sosyal meseleler gibi. Fakat tarih öyle bir şey ki bizlere uzun vadeli bir bakış sağlıyor, bugünü gösteren çerçeveyi genişleterek geçmişi görmemize imkân veriyor. Bu imkânı kullandığımızda ise geçmişte aynı sorunları hatta daha vahimlerinin yaşanmış olduğunu görüyoruz. Ankara’da Timur’a karşı kaybeden Yıldırım Bayezid ile girilen bir fetret dönemi buna en güzel örneklerden. Öyle ki Devlet-i Aliyye için artık yolun sonu denilmiş, şehzadeleri esir düşmüş, moral ve saygınlık kaybetmiş durumdaydı.  Oysaki ‘Osmanlı Devleti artık bitmiştir’ denilen o olay, tarihin gördüğü en şanlı fetihleri engellemeye yetmeyecektir. İmparatorluğun son demlerinde ‘’işte şimdi Türklerin sonu geldi’’ yorumlarının yapıldığı, gerek askeri gerek siyasi olarak bir buhran içinde olan devletin Çanakkale’de imkânsızlıklar içinde iman ile yazdığı destan da bunlardan biri.

101 yıl önce yaşanan bu olay, tüm bunların özeti niteliğinde bir olaydı belki de. Bir devlet küllerinden tekrar ayağa kalktı. Yazımıza devam etmeden evvel: geriye dönmeyi düşünmeden; vatanı, bayrağı ve dini için canını veren tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle yâd ediyoruz. Elbette üzerine yazmayla, çizmeyle bitmeyecek olan bu destanı burada anlatmaya sözümüz yetmez. Bugün şehitlerimizden ziyade başka bir adamdan ve onun bugüne ışık tutan projesinden bahsedeceğiz. Öyle bir adam ki kendi vatanında, kendi bayrağına bir İstiklal Marşı yazmasına rağmen meclise giremeyen, vatanından uzak, ücralarda sefalet içinde yaşayıp, ruhunu da bir başına teslim eden hatta cenazesine bile sahip çıkılmayan bir insandan. Mehmet Akif Ersoy’dan.

Zamanın iktidarı teklif götürür kendisine, ‘Efendi, şu Kuran-ı Kerim’i Türkçe ‘ye çevir, bir meal et de insanımız faydasını görsün’ diyerek. Üstelik 500 lirası peşin, 500 lirası meal bitince verilmek üzere. Önce kabul eder Akif teklifi, sonra “Bunlar ezanı Türkçe okutmaya başladı, benim meal ettiğim bu kitabı da Türkçe ‘sinden okuturlarsa bu vebale ortak olurum, öteki tarafta Allah’a nasıl hesap veririm” diyerek teklifi geri çevirir, aldığı parayı da ihtiyacı olmasına rağmen tastamam iade eder. Böyle ince ve derin bir adamdır Akif. Fakat gelin görün ki ne zamanın bürokratları ne de yazarçizerleri, kendisine o hak ettiği değeri vermez. Öyle ki İstanbul Halk Evinde düzenlenen bir toplantıda zamanın iktidar partisinin milletvekili şu konuşmayı yapar: “Bu şiir maalesef bizden olmayan birisi tarafından yazılmıştır, şiir güzeldir fakat yazan bizden değildir.” Bizden değil dediği, ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiirinin sahibi Mehmet Akif’tir. Bir adam düşünün ki vatanına, bayrağına bir İstiklal Marşı vermiş, lakin yine de vatanında kabul görmemiş. İşte bugün o adamı ve onun neslini konuşacağız. Ta o günlerden bugünleri işaret ederek çizdiği bir projeden elbette. Bu proje, kaybedilen her şeyi geri kazanma projesidir bana göre, tabii hakkını verip gerçekleştirebilirsek.

Efendim Akif ikinci mecliste seçilemez ve tekrar şiire döner. 1924 yılında bir kitap yayınlar. Kitabın adı Âsım’dır. Kitap kuğunun son şarkısı gibidir adeta. Aruz ile yazılmış son şiirlerden biridir ve ayrıca manzum bir romandır. Akif’in eseri dönemin baskıcı, sansürcü ve İstiklal mahkemeleri ile çevrelenmiş sıkı denetimi içinde kendini pek gösteremez. Öyle ki dönemin çığlığı olmasına rağmen bu eseri konuşmaya kimsenin dili varmaz. Dönemin tüm yazar ve çizerleri bir nevi 3 maymunu oynayarak, Akif ve eserini görmezden gelir. Peki, kimdir bu Âsım dediği, nedir bu proje? Buyurun inceleyelim.

Kitap 4 kişi etrafında konuşmalar şeklinde ilerliyor. Bunlar; Hocazâde (Mehmet Akif), Köse İmam (Ali Şevki Hoca), Âsım (Köse İmam’ın oğlu) ve Emin (Akif’in oğlu). Âsım gerçekte yaşamayan, tamamen Akif’in kafasında kurguladığı, Köse İmam’a bekâr olmasına rağmen çocuğu olarak yakıştırdığı bir karakterdir. Konuşma zamanın, savaş döneminin zorlu şartları, ahlaki değişim, kültür kaybı vb. duygusal ve sosyal sorunları karamsar bir vaziyette aktarıyor. Gittikçe çöküntüye uğrayan devlet karşısında neslin sönük kalmasını şu dizelerle dile getirir Akif:

“Hoca, dünyâda yaşanmaz, yaşamaktan nevmîd.

Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdı hayat;

Oysa hiç korku nedir bilmeyecektik, heyhat!

Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmeyeni;

“Yürü oğlum!” diye teşci’ edecek yerde beni,

Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,

Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!

Bana dünyâya çıkarken “Batacaksın!” dediler…

Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!

Ye’si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;

Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi İmam?

 

Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık,

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.

İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb;

Çünkü bîçârenin âtîsine îmânı harâb.

Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: Meflûc…

Hani rûhunda o haksızlığa isyan, o hurûc ?

Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: Yarım…

Yandık ecdâdımızın nârına, hâlâ yanarım!

Ye’si tekfîr eden îmânıma olsun ki yemin,

Bize telkîn-i ümîd etmediler, yoksa bu din,

Yine dünyâlara yaymıştı yeşil gölgesini;

Yine hakkın sesi boğmuştu dalâlin sesini.

Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık,

Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık! “

 

Dönemi ve içinde bulunulan bu sıkıntıyı, özellikle iman ve tevhid noktasında bir gerilemenin olduğunu belirten Akif’e Köse İmam cevap veriyor:

 

‘’ – Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen;

Bu rezâlet beni me’yûs ediyor âtîden.

Hâle baktıkça adam kahroluyor, elde değil;

Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil?

– Âsım’ın nesli, Hocam

        – Nerde!

                – Hayır, haksızsın!

Gâlibâ oğlana pek fazla bugünler hırsın?

– Âsım’ın nesli… diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!

– Âsım’ın nesline münkâd olacak istikbâl.

Sana vicdânımı açtım okudum, dinlesene;

Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.

– Ne kehânet bu?

        – Bilirsin ki değil mu’tâdım.

– Güzel amma, ne fazîletleri var evlâdım?

– Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,

Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmayarak.

Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;

Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle!

Cebhenin her biri bir kıt’ada, etrâfı deniz;

Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.

Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı,

Yalnayak Kafkas’ı tutmak, baş açık Sînâ’yı!

Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun…

Kıt’a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.’’

Mısralarda geçen konuşmayı özetlersek Köse İmam: “Yahu bizi öldürdün bitirdin, vaziyetimiz iyi değil dersin tamam da yok mudur bizi bu durumdan kurtaracak bir formül?” Diye sorar Akif’e. Akif de: ‘’Âsım’ın nesli hocam’’ diyerek cevap verir. Köse İmam şaşırır ve “Bizim yaramaz, haylaz Âsım mı? Bu olsa olsa bir hayal olur.” diyerek tepki verir. Akif ise Âsım’ın artık çok değiştiğini, o savaşı gördükten sonra, cepheden cepheye koştuktan sonra eski Âsım olmadığını anlatarak ümit aşılar ve sonra o hepimizin bildiği ‘’Şu boğaz harbi nedir?’’ mısralarını dizeler. Genelde bağımsız olarak görülen, okunan bu şiir aslında Âsım’ın bir parçasıdır. Mısır’da Teşkilat-ı Mahsusa görevindeyken kaleme aldığı bu şiir Çanakkale’nin kelimeler ile bulduğu en derin anlamlı eseridir belki de.

Hikâye devam eder. Savaşın sonunda her ne kadar Çanakkale zaferi elde edilse de genel itibari ile Osmanlı Devleti yeniliyor ve askerler evlerine geri dönüyor. Dönenlerden biri de Âsım tabii. Fakat Âsım, Akif’in de dediği gibi ciddi manada çok değişmiş; haksızlıklara tahammül edemeyen, gördüklerine karşı sessiz kalamayan, ruhu çelik bir kılıç gibi olmuştur adeta. Öyle ki bir Ramazan ayında vapurda seyahat ederken bir adamın sigara içtiğini görür. Adam sigarayı Âsım’ın yüzüne doğru üfürünce Âsım hiddetle kalkıp adamı olduğu yere serer. Yine başka bir gün yolda rastladığı birkaç serserinin bir kızı taciz ettiğini işitir ve serserilerin hepsini dayaktan geçirip polislik olur. Vukuatları bitmez çünkü cepheden gelip gördüğü şeyleri kabullenemez. Kahvehaneleri basıp “Bizler siz kumar oynayasınız diye mi savaştık, bu yüzden mi şehit verdik?” Diyerek kahvehaneleri alaşağı edip içindeki herkese saldırır. Hiddeti öyle fazla ve derindir ki, hükümete darbe yapmayı bile düşünür. Çünkü mevcut yönetimin imandan ve ahlaktan aykırı hareket edişinden müthiş rahatsızlık duyar. Darbe yapmak istediğini duyan kız kardeşi durumu babasına bildirir ve onu vazgeçirmesini ister. Fakat Âsım ki babasına bile kulak asmaz. Babası Akif’e gider ve durumu izah eder: “Âsım dedin dedin al sana Âsım, ne uslanır ne söz dinler oldu, al şu çocuğu konuşta belki senden öğüt alır.” Der ve işi Akif’e teslim eder:

‘’ Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de.

Ma’rifetten de cüdâ Şark, fazîletten de.

Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak:

İctimâî bütün âmillere , kudretlere bak.

Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,

Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,

En derin köklüsü, en sağlamı, en hâkimidir.

Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,

Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,

En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,

Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i Mübîn.

Hâdisât etmesin oğlum, seni asla bedbîn…’’

Akif Âsım’a şunları söyler aslında: “Oğlum, sizler çok güzel bir iş yaptınız. Savaştınız, kazandınız ve bizim kalplerimize ümit tohumları ektiniz. Olmazları oldurarak bizlere yaşama ve var olma umudu aşıladınız. Fakat elimizdeki bu potansiyeli sarhoş kovalamakla, adam dövmekle değil, milletin istikbaline hizmet ederek değerlendirmemiz gerekir. Şiddet ile bir yere varamazsın hatta hakikatten soğutursun. O yüzden bizim bu işi daha geniş ve uzun bir planda halletmemiz gerek. Bu milletin temel sorunu cehalettir, dolayısıyla bu soruna eğilmeliyiz. Senin yapman gereken, Batı’ya, Berlin’e gitmektir. Gideceksin; ilimi, bilimi, atom fiziğini öğrenip bunları millete aktaracaksın. Bizim fazilet ve ahlaktan yana eksiğimiz yok. Elbette sıkıntılarımız var fakat mayamız ve temelimiz sağlam. Bu maya Kuran ve Din-i Mübin ile sağlam. Din-i Mübin’in harekete geçmesi ve Müslümanların bu çapta ayaklanması için bilime ve bilgiye ihtiyaç vardır. Bizler bunu başaramadık ve eğer başarırsak bu dini ve vatanı tekrar en yüce noktalara getirebiliriz.” İşte Akif’in bahsettiği o proje bundan ibarettir. Bu ülkenin gerçek aydınlarını yetiştirmesi gerekir. Müslüman bir vizyonu olan, bilgili kadroların oluşmasıdır. Bugüne kadar gidenler batıdan yarım yamalak bilgi alıp oranın tüm ahlakını bu ülkeye getirdi. Atilla İlhan diyor ki: Türk aydını Türk değildir. Neden, çünkü: kendi değer ve geleneklerine, dinine düşmandır. Ne kadar Türküm dese de öyle değildir. İşte bu aydınların bu ülkeye bu zamana kadar verdikleri daha doğrusu götürdükleri ortadadır. Acı bir örnektir ki vermemiz gerek: 1971’de Türk Tarih Kurumu 1071 Malazgirt zaferi için bir yayın kararı alıyor. Adı Türk olan bu tarih kurumu bir kitap yayınlıyor. Alparslan diye düşünüyorsunuz değil mi? Hayır, kitabın adı Romen Diyojen. İşte aydın denilen bu güruhun aklına Malazgirt deyince Romen geliyor. Bu alçaklık değil de nedir? İşte Akif bizi bu tipten kurtarmaya çalışıyor. “Biz zayıf düştük, bilimden uzaklaştık meydanı batı ve batı güdümlülere bıraktık. İşte bu haldeyiz.” diyerek…

‘’ Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;

Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.

O çocuklarla berâber, gece gündüz, didinin;

Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin!

Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,

Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.

Aynı menba’ları ihyâ için artık burada,

Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.’’

Bu dizelerden sonra bir kaç dize daha gelir ve kitap biter. Âsım gitti mi, gittiyse ne yaptı gitmediyse ne yaptı kimse bilmiyor. Fakat bilinen tek şey Eşref Edip’e yazdığı mektup. Mektupta Akif: Âsım’ın ikincisini yazacağım, onu batıya gönderip geri getireceğim ve istiklal harbine sokacağım. Sonra onu Anadolu’ya bir eğitim neferi olarak geri göndereceğim diyor.

Özetleyecek olursak: Âsım ile Akif bizlere Âsım’ın nesli olarak bir vizyon çiziyor. Ve temel bir önerisi var Mehmet Akif’in;

‘’ Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

”Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!’’

Burada yazı ve şiir içinde de belirtildiği gibi kökümüz ciddi manada çok sağlam elhamdülillah. Fakat bunu bugünlerde hissedemiyoruz. Kuran-ı Kerim bugün orada şelale gibi akıp coşarken, bizler burada susuzluktan kıvranıyoruz. Peki, nasıl giderilir bu susuzluk, Kuran’dan beslenen ilim ile. Asırlar önce Kuran’dan beslenen Gazali, Farabi, İbn-i Haldun’lar çıktı bu memleketten. Fakat bugün bizlerin hali perişan. Din aynı din olmasına rağmen aynı olmayan bizler var bugün. Yeterince faydalanamadığımız, uzak kaldığımız hatta belki de gittikçe uzaklaştığımız bir pınarımız var. Bu pınardan faydalanmalıyız ve öyle ki eğitimin Çanakkale’lerini yazıp bu coğrafya da ikinci Çanakkalelerin yaşanmasını önlemeliyiz inşallah. Akif’in mesajı tam olarak ulaşmış değil ki bugün bile bu mesajı biz fark edememişiz. Dolayısıyla Akif’in diğer duygusal Çanakkale anlatılarının yanında, ağlamayı bırakıp yeniden şahlanmamız için bizlere bir vizyon çizerek bugüne ışık tutan bir hedef gösteriyor. ‘Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın’ dua ve cümlesini desteklemek istiyorsak, Akif’in bu projesine sahip çıkmalı ve özellikle bunu genç nesillerimize aktarmalıyız.

Son olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir konu daha var ki acı bir sorudur aslında kendisi: Hep biz mi ecdadımızla övüneceğiz? Acaba ecdadımızın da bizimle övünmeye hakkı yok mu? Onlara bizimle övünecekleri; ne güzel torunlar yetiştirmişiz, keşke onların zamanında yaşasaymışız diyebilecekleri bir Türkiye inşa etmeyecek miyiz? Akif’in dediği gibi:

“Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.’’

Nasıl geçmişte ecdadımız bu davadan vazgeçmeyip bu vatan ve din uğruna canlarını dişlerine takıp bizlere bugünleri bıraktılarsa, bizler de bugün Çanakkale’den ders alıp çocuklarımıza daha güzel şeyler bırakacağız. Ve yarın da çocuklarımız bizden ilham alıp ileride çok daha güzel başarı öyküleri yazacaklar inşallah. Bunu başaramazsak eğer tarih yine tekerrür edecektir. Allah vatanımıza ve milletimize birlik beraberlik ve İslam şuuru nasip eylesin. Tüm şehitlere rahmet ola, hayırla kalın,

vesselam.

 

 

// Bu yazı kısmen şahsıma ait olup, çoğul içeriği Mustafa Armağan’a aittir. Hocamıza teşekkür ediyorum. Konu ile ilgili daha derin bilgiler için: ‘Asım’ın Nesli ve Çanakkale’den Doğan Ümit’ kitabını inceleyebilirsiniz.

What do you think?

1 Beğeni
Upvote Downvote
Okur

Written by Muhammet Enes Cansız

1995 yılı İstanbul doğumluyum, ilk öğrenimimi İstanbul'da, orta öğrenimimi Trabzon'da tamamladım. Şu an Karadeniz Teknik Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü 4. sınıf öğrencisiyim.

Bir cevap yazın