in

Kira

Babamla aramdaki tek ortak nokta sanırım taşınma sayısı olacak. Evladın babasından genetik olarak alacağı şeyin bununla sınırlı olması elbetteki canımı sıkmıyor değil ama o kadar çok kafa yordum ki bu konuda inanın ortak bir şey bulamadım.

Türkçe dersi iyi olanlar bilir. Yapım ekleri vardır ve bu yapım eklerinden biri de -daş ekidir. Bu ek, köşeyi dönerken kime çarparsa onunla etkileşime girer ve çarpıştığı nesneye eşitlik, ortaklık, bağlılık, aitlik bildirir. İşte benim babamla kurmuş olduğum bağlılık ve aitlik duygusu ‘kiradaş’lıktan öteye gitmedi. Babam, ben evden ayrılana kadar tam 14 kez evi taşıdı. Ben de bunca yıllık hayatımda 11 kez evi taşıdım. Ama doğruyu söylemek gerekirse kiracılığın babam da ve ben de yarattığı etki aynı olmadı.

Kira kelimesi Rumca kadın anlamına geliyor. Babamı kimi zaman kadın olsaydı diye hayal etsem de bugüne kadar ki hayatında kadın gibi düşünmeye, kadın gibi davranmaya, kadın gibi ayrıntılara odaklanmaya, kadın gibi ölçüsüz konuşmamaya yönelik bir hamle, bir değişim, bir dönüşüm görmedim. Babam aile içinde ‘baba’ rolünden daha çok silah kaçakçılığı ve uyuşturucu madde ticareti yapan çetenin başındaki gibi davrandı bize. Tamam onlara da baba deniyordu ama bizim babamızdan beklediğimiz bu değildi. Sanırım babamdan kaynaklı kelimenin tam anlamını kavrayamamış olmalıyım ki ben de tam baba olamadım bu hayatta. Kiracılığın etkisinden midir bilmem zamanla kiracılaşmış olabilirim.

Kira denince aklıma bir de ‘Ronin Destanı’ geliyor. Filmini seyrettiniz mi bilmiyorum, belki de hikayesini okumuşsunuzdur bir yerlerde. Hikaye dediğime bakmayın gerçek bir olay ‘Ronin Destanı’. Olayda bizi ilgilendiren şey, tüm bu olayların sorumlu kişisi; Kira Yoşikana. Efsaneye göre samuray Asano Naganori, Kira Yoşikana’nın eşinin etrafında dolaşınca Kira’yı kıskanıyor ve Asano Naganori’yi aşağılıyor. Hatta öldürüyor da. Efsanenin devamında Asano Naganori’nin 47 sadık adamı intikamı alıyor ama o kısım bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren nokta şu. Samuraylar bildiğiniz hizmet için adanmış hayat demek. Evleri yok yuvaları yok. Nerede sorumluluk almışlarsa orada yaşıyorlar. Tüm ülke onlar için kiralık daire. Yani düşünsenize hem kiracısınız hem de Kira tarafından öldürülüyorsunuz. 18. Yüzyılda yaşayan insanlar için ölme çeşidi bugün ki kadar çok ve çeşitli değil tabi. Ellerinde avuçlarında ne varsa ona göre ölüyorlar. Oysa günümüz dünyasında, bizim gibi insanlar için o kadar çok çile, zorluk, aşağılanma var ki eninde sonunda zenginler için gülünebilecek bir nokta yaratıyoruz hayatımızda ölürken bile. Her seferinde yeni bir ölüm çeşidi bulduğumuzdan onlar da sağ olsunlar hep farklı şekilde gülüyor arkamızdan. Sanırım o efsanenin samurayı biziz, ev sahipleri de ‘Kira’sı.

Kiracılığı bu açıdan dert eden olmuş mudur acaba. Ben de maalesef dertler bile şekil değiştiriyor, farklı biçimlere dönüşüyor. Oysa dert denilen şeyin anlatılabilir olması gerekmez miydi. Eğer bir dert karşı taraf tarafından anlaşılamıyor ve ‘çevre’ denilen güruh tarafından kabullenemiyorsa ne yapmak gerekir. Bir büyük usta demiş ya; ‘Küçük dertler konuşur, büyük dertlerin sesi çıkmaz’ diye. İnsan kendisiyle ilgili hep anlaşılamamaktan yakınır. Yani bütün kusur karşınızdadır. Düşünmüyor değilim. Derdim büyük ustanın derdiyle aynı mıdır ya da ‘çevrem’ mi kötü. Belki de dert etme isteğim beni dertli yapıyor. Yoruyor beni kiracılık.

Ayn Rand’ın ‘Yaşamak İstiyorum’ kitabını okudunuz mu. Okumadıysanız tavsiye ederim. Kitaptan eğitim seviyenize göre farklı tat alabilirsiniz. Küçükken çok Yeşilçam filmi seyretmiş olmamdan kaynaklı bana Türk filmi gibi gelmişti bu kitap. Hikayeyi kısaca anlatacağım ama bizi ilgilendiren başrol oyuncularından birinin adı. Ki tahmin edeceğiniz üzere ismi ‘Kira’. Kira hanım kızımızın babası devrimle birlikte ülkeden kaçıyor, birkaç yıl sonra da geri dönüyor. Geri dönme amacı fabrikasını ve evini geri almak. Eskinin rahatı ve huzuruyla büyüyen Kira artık işlerin bu şekilde yürümeyeceğini zamanla anlıyor. Çekmediği çile kalmıyor. Matrix’deki gibi Leo olmayı başaramayan Leo isimle biriyle tanışıyor. Hem hayatta hem de aşk da çekmediği çile kalmıyor. Kendisini seven birini buluyor ama o kendisini seven kişiyi sevmeyerek ama onunla birlikte olarak Leo’yla ilgileniyor. En sonunda Leo iyileşiyor ve jigolo olmak için Kira’dan ayrılıyor. Kitabın sonunu az çok tahmin etmişsinizdir, söyleyerek sizi o son söz ve andan mahrum etmeyeyim. Ayn Rand ‘yaşamak istiyoum’da neyi anlatmak istedi ben neyi aldım ayrı bir konu. Gerçekten yaşamak istiyorum ama başıma Kira’nın başına gelenler gelmeye devam ettiği sürece nasıl yaşayacağım.

Hayatımın sonu nasıl olur bilmiyorum ama benim de hayatım bütünüyle kiralanmış bir şekilde devam ediyor. Sanırım yaşamın bana sunduklarıyla yetinemiyorum. Mutlu olamıyorum. Bazen Panait Istrati’nin Kira Kiralina kitabında annesinin Kira’ya ve kardeşine söylediği öğüte uymalıymışım gibi geliyor: ‘Yaşamdan keyif almayı bilen bir kız ol gerekirse bir sürtük ol ama sevip acımayı bilen bir sürtük. Sana gelince Dragomir, erdemli biri olamazsan kardeşinle anan gibi ol, istersen hırsız ol ama sevip acımayı bilen bir hırsız. Çünkü yavrularım, yüreğinde duygu bulunmayan bir adam, babanız gibi, canlıların yaşamasına engel olan bir ölüdür.’ İçinde baba geçen her öğüt dikkatimi çekmiştir. Hele işin içinde bir ‘kira’ varsa. Ki bu hikayenin kahramanı çift kira.

Türk insanının küfretme yeteneği her zaman ilgimi çekmiştir. Kadınlarımızın büyük bir çoğunluğunun bu yöntemi sevmiyor oluşu derdini en kestirme yolla dile getirme yeteneğinin üstünü kapatmaz. Biz de en ağır küfürler annelik, kadınlık üzerinedir ama burada amaç küfredilen kişinin ne annesidir ne de bacısı. Oradaki küfrün nedeni çok sinirlendiğini karşındaki insana göstermektir. Yani onun için en değerli insana saldırmak. Bunu yaparak karşısındaki kişiye kavga etmek istediğini açıkça belli eder. Panait Istrati’nin Kira Kiralina kitabı da bu açıdan çok keyifli bir kitap. Kira mı al sana iki kira. Çile mi al sana iki kat çile. Konuyu dağıtmak istemiyorum ama bizdeki oruspu çocuğu bu hayata en uygun küfür aslında. Yani sadece anneye yapılabilecek en ağır hakaret yetmez, üstüne basa basa vurgulamak. Birine annesinin oruspu olduğunu söylemek zaten o kişiyi de oruspu çocuğu yapar ama yok anlamamıştır bu deyip altını çizmek küfrün tam da Kira Kiralina sonucu.

Nerden nereye geldim. Anlatmak istediğim şey harici her şeyi anlattım size. Sadede gelirsek; şu an oturduğum eve taşındım ama bir şeye dikkat etmemişim. Evin arka tarafındaki camın altında bir yazılama var. ‘Odin depsu eli mete sada’ yazıyor. Yazıyı okurken gülmedim değil ama bir süre sonra bu yazının penceremin hemen altında yer alıyor olmasının doğru olmayacağına karar verdim. Sonra da bu yazıyı sileceğimi 50 metre sonraki odun deposunun sahibine söylemeye karar verdim. 200 metre gitmeme rağmen karşıma odun deposu çıkmadı. Sonra yazılama da yön yazmadığından diğer yön olabileceği aklıma geldi. Bu sefer hem eve kadar yeniden yürüdüm, sonra da 200 metre ters yöne devam ettim. Yine karşıma odun deposu çıkmadı. Diğer iki tarafta yol olmamasına rağmen yazının sürrealist biçim ve içeriğinden kaynaklı diğer yönlere de yürüdüm. Fakat ne yaptıysam karşıma odun deposu çıkmadı.

Eve geri gelip yazılamaya tekrar bakarken yanıma birinin yaklaştığını fark etmemişim. Bana; ‘Karadenizli biri yazmış’ dedi. Dalgın dalgın ona yüzümü çevirirken ‘anlamadım’ dedim. Anlamamayı duymamak olarak anlayan yanımdaki kişi bu sefer bağırarak ‘Karadenizli biri yazmış’ dedi ve ‘odin depsu eli mete sada’yı karadeniz şivesiyle okudu. Gerçekten de o şiveyle okununca daha bir anlam kazandı kelimeler. Gülümsedim. ‘Siz de Karadenizli misiniz’ diye cevap verdim. Aslında kimi Karadenizlileri burunlarından Karadenizli olup olmadığını anlayan bir yeteneğim var ama yeteneğimi burada kullanmaktansa direk muhabbete dahil olmayı tercih ettim. ‘Evet’ dedi gülümseyerek. Başladı muhabbet.

  • Tanıyor musunuz bunu yazanı.
  • Yazı eski. 3 yıl olmuştur yazılalı. İleriye bir odun deposu açılmıştı o zamanlar. Sahibi yazdı onu. Kapandı ama kısa zamanda.
  • Pek işe yaramamış olmalı. Baksanıza birkaç yılda kapatmış dükkanı.
  • Ne birkaç yılı aynı yıl aynı yıl.
  • Nasıl yani.
  • Biraz salak biriydi. Mart sonu açtı dükkanı. İşler olmayınca ağustosta kapattı.
  • Demek ki iş başa düştü. Sileceğiz yazıyı.
  • Niye sen siliyorsun. Kapıcısı var, yöneticisi var, ev sahibi var.
  • 3 yıldır hiçbiri bir şey yapmamış ama.
  • Sen de yapma.
  • O zaman bu yazı kalır.
  • İyi de o yazı sen silersen asıl yazıyı silmesi gerekenler silmediğinden dolayı senin açından bir mağduriyet oluşmaz mı?

Karadenizli birinin bu şekilde bana akıl vermesi mi, haklı olduğuna inanması mı, yazının yıllardır burada anlamsız bir şekilde durması mı bilemiyorum, kafam karıştı.

Yaşamda parçalanmalar aslında kafamızda canlandırdığımız gibi dar ve sınırlı değil. Yaşamı belirli sınırlar içinde algıladığımız için bu sınırları gerçek sınırlar sanıyoruz ve bu sınırların etrafında dolaşıyor olmak, bu sınırları anladığımızı sanmak bize saçma bir huzur veriyor. Ortada bir sorun var o sorunu çözmesi gereken kişiler çözmediği için gözümüzün önünde sürekli bir şekilde duruyor. Sorunu yaratmamak bizi ruhsal olarak rahatlatıyor. Çünkü belki bu sorunun kaynağı olmasak da başka bir sorunun eninde sonunda kaynağı biz olacağımızdan en azından o an geldiğinde onunla uğraşarak başka bir dert yaratmamanın mutluluğunu duyuyoruz. Zihinsel oruspuluk.

Yazıyı sildim ama yazıyı sildiğim yer ile duvarın yazılanmamış tarafları arasındaki renk farkından dolayı yine bir sorun çıktı. Bu sefer giriş katının bütününü tek bir renge boyadım. Yeni bir yazılamaya kadar güzel bir görüntü çıktı ortaya.

What do you think?

3 Beğeni
Upvote Downvote
Turuncu Yazar

Written by Mustafa Güney

Bir cevap yazın