in

Beyaz Nefes

Sıla Küpelikılınç’a…

    BÖLÜM -1-

Merhametsiz zemherinin çetin bir gününde, Kasvet dağının eteklerindeki mütevazi kasabanın meydanı, meraklı bir kalabalıkla dolmuştu. Kasabalı sipsivri soğuğa aldırmadan, başlarını hindi gibi kaldırmış Kasvet dağının epey uzakta kalan zirvelerine kaygıyla bakıyorlardı. Zirveden ince ince gökyüzüne süzülen kara bir duman vardı. Nereden ve nasıl peyda olduğu bilinmeyen bu duman kasabalının bâtıl inançlarını uyandıran bir hadise olmuştu. Herkesin yüzü ve kulakları soğuktan kızarmış, büyük bir merakla tepeye bakıyorlardı. Ne menem bir menfurluğun o bilinmez topraklarda uyanmış olduğu, kasabanın en yaşlıları tarafından bile merak edilmekteydi.

Adı artık anılmayan, zihinlere yerleşmiş kalıtsal bir korku olarak kalan inanışlar vardı kasabanın kültüründe. Kasvet dağının gümüşi bulutlarının üzerinde kalan gölgeli zirvelerinde bir ejderhanın yaşadığına inanılırdı. Daha beşikteyken çocuklara anlatılan öykülerde, kuytu köşelerde yapılan laf kalabalıklarında hatta deyimlerde bile adı geçerdi onun. Kimileri ismi geçtiğinde tir tir titreyerek korkuyor, kimileri ise bir ilah gibi tapıyordu ona. Çocuklar kor gibi ateşiyle yakılmakla tehdit edilerek korkutulurdu onun adıyla. Bazıları Asya’nın mitlerindeki gibi onu kutsal ve bereket getiren bir ejderha olarak görüyordu, bazıları ise Batı’nın en eski efsanelerinde bile yer alan kötücül, şeytani, alev saçarak dünyayı kavuran bir ejderha olarak görüyordu onu. Kimileri onun boyutlarının dağlara eşdeğer olduğunu söylerken, bazıları üç beş metreden öteye gitmediğini söylüyordu. Kimileri devasa, zar gibi, çırpınışları ağaç köklerini bile yerinden sökecek kudrete sahip kanatları olduğunu öne sürerken, başkaları onun kanatsız, karada güçlü bacaklarla yürüyen bir sürüngen olduğunu söylüyordu. Çağlardır süregelen pek çok söylenti hakimdi kasabada, herkes onun hakkında bir şeyler geveliyor, bir başkasının farklı düşünceleriyle tartışıyor ama bir kez olsun onun varlığı hakkında şüpheye düşmüyordu. Nitekim bu çok ilginçti zira kasabada çağlardan beri onu gören tek bir kişi bile çıkmamıştı. Bu söylentilerin ise nereden doğduğu hiç bilinmiyordu, aslında merak da edilmiyordu. Herkes onun hakkında herhangi bir konuda ihtilafa düşebiliyordu ama ortak olarak kabul edilen tek şey onun ismiydi.

Garoth diye biliniyordu ejderha. Bu tekinsiz ismin de nereden geldiği ve anlamının ne olduğu belli değildi. Ama her yerde adı sanı bilinirdi. Deyimlerde, gün içinde sıkça rastlanan kalıp cümlelerde, kamp ateşi öykülerinde ve Kasvet dağının tepesinde yanıp sönen yıldızların altında adı epey meşhurdu. Ancak, halkın birden bire bu kadar heyecanlanması boşuna değildi. Haftalardır herkesin değerli eşyaları, mücevherleri ortadan kayboluyordu. Kiminin altınları, kiminin yadigâr bilezikleri, bazısının som altından birikimleri birer birer sırra kadem basıyordu. Hal böyleyken, yüzlerce yıldır ağızlarda gezen söylentilerde ejderhaların altına ve diğer değerli mücevherlere olan düşkünlüğüne dair rivayetler tekrar kasaba sokaklarında almış başını gitmişti. Kasvet dağının tepesinden gökyüzüne bir halat gibi yükselen dumanı görmek, kasaba halkının bâtıl inançlarını iyice pekiştiren bir hadise olmuştu. Tabii hırsızlık vakaları da bu işin cabasıydı. Günler geçti, dağın yüce zirvelerinde ara ara beliren duman yer değiştirse de varlığını korumaya devam etti. Söylentiler ve panik hızla sirayet ediyordu, nitekim kitleleri gerçeğe inandırmak, bir yalana inandırmaktan çok çok daha zordu. Günün sonunda kendi aralarında bir heyet toplayıp bu işi araştırmaya karar vermişti kasaba sakinleri.

***

Eskimiş kalasların arasından gün ışığı sızıyordu. Her yaştan türlü türlü insan büyük toplantı salonunda usul usul birikmiş, yüksek sesle tartışma içine girmişlerdi. Her kelleden ne dediği anlaşılmaz böğürtüler yükseliyordu. Bir kısım yaşlı adam o dağın tepesine tırmanmanın delilik olduğunu söylerken, kimileri bunun kaybolan eşyaların artmasından dolayı elzem olduğu kanaatindeydi. Bazılarıysa yerinde sessizce oturup, umutsuz gözlerle verilen kararları bekliyordu. Korku ve endişenin buram buram akıp gittiği bir hava dolmuştu salona. Kasabanın şefi, “bir adam gerek bize,” diyordu. “Oraya çıkıp bu garabetin aslını öğrenecek bir yiğit gerek!” Birçoğu bağırıp çağırarak ona destek veriyordu ancak kimseden eyleme yönelik bir ses seda duyulmamıştı. Herkes bir beklenti içindeydi, kimin öne çıkıp bu sonu belirsiz işe girişeceğini merak ediyordu. Ama hepsi de olduğu yere sinmiş, gönüllü olarak anlaşılmamak için çaba sarf ediyordu. Garoth’un öfkesine, gazabına ve kustuğu korkunç alevlere kurban gitmemek için dehşet içinde bekliyorlardı. “Bir yiğit yok mu?” Dedi tekrar şef. Uzun saniyeler boyunca bir ses çıkmadı, herkes başını öne eğmişti. Dışarıdan sessizce sızan gün ışığı yavaşça yok olurken, uzaklardan savaş davullarının tamtamlarını andıran bir gürültüyle kara kara bulutların gümbürtüsü duyuldu. “Bir yiğit yok mu!” Diye bağırdı şef.

Kalabalığın arasından, heybetli ve karanlık bir ses yükseldi.

“Ben çıkarım.”

“Kimdir o?” Dedi şef heyecanla.

Meraklı halkı sağa sola iterek meydana bir delikanlı çıktı. Gözlerinde korkunç bir ateş yanıyordu, en azından Garoth’un ateşi kadar ölümcül ve sıcak. Saçları simsiyahtı, omuzlarına kadar sarkıyordu ve arkadan bir tutamı bağlanmıştı. Sırtında oklarla dolu sadağı, belinde deriden yapılmış bir kının içinde ölümcül bir kılıç duruyordu. Sakalları birbirine karışmış, kilometrekarelerce yol kat etmiş bir seyyahın bakımsız ve tozlu yüzünü anımsatıyordu. Bakışları canşikâr ve tehditkârdı. Doğrudan kimse bakamıyordu ama aynı zamanda gözlerini de ondan ayıramıyorlardı. Bu yiğit, civar bölgelerde bahadırlığı ve aklı selimliğiyle nam salmış genç bir avcıydı. En vahşi ve tehlikeli hayvanları ve kapkaranlık mağaralarda mücessem varlığıyla saklanan, kimi zaman dağlardan inerek insan avına çıkan tekinsiz yaratıkları avlıyor ve bundan para kazanıyordu.

“Ben çıkarım,” diye tekrarladı avcı, “ancak…”

Şef birkaç saniye onun mütebessim yüzüne baktı, sonunda “Nedir yüksündüğün şey, de hele genç adam!” Diye çıkıştı sabırsız bir sesle.

“Ancak ele geçirdiğim altının yarısını alırım,” dedi vakurla. Tam o sırada kalabalıktan bir homurdanmadır yükseldi. Herkes çıkarcı, bencil, açgözlü, şeytan, korkak diye haykırmaya başlamıştı. Ama genç adam gezdiği ve gördüğü en uzak şehirlerde ve kasabalarda bunun gibi kitlesel histeriye az rastlamamıştı. Büyük bir kahkaha atarak karşılık verdi kalabalığa. Nitekim daha bir dakika önce bu insanlar ejderha ve dağ konusunda üç maymunu oynuyordu ve şimdi de hayatını bedavaya tehlikeye atmayı reddettiği için bu gence esefle bakmaktan hiç utanmıyorlardı. Avcının yüzünü ağır bir tiksinti kapladı ve “kesin sesinizi!” Diye bağırdı kalabalığa. Sesi dışarıdaki gök gürültüsünden bile korkutucu ve şiddetliydi. Kalabalıktan çıt bile çıkmıyordu şimdi.

“Koşulum budur,” dedi. “Ya hep ya hiç, tercih sizin. Eğer bir tehlike varsa onu ortadan kaldırırım, benim işim bu. Tabii karşılığını almak koşuluyla. Hiçbir işi karşılıksız yapmam, vaktim değerlidir!”

Fısıltılarla dedikoduya başlayan kasaba halkı tedirginlikle şefe bakıyordu. Biraz düşündü, sinsi sinsi gülümsedi. “Öyle olsun,” dedi sonra. “Söyle bakalım, bilir misin buraları?”

Avcının bakışları küçümseyici ve gücendiriciydi.

“Nicedir bu topraklarda ve Kasvet dağının sarp yamaçlarında av ederim. Hiçbir zaman ne bir ejderha ne de bir kertenkele gördüm. Sizin çocukça bâtıllarınız bana vız gelir.”

Bu alaycı sözlerden sonra kalabalık yine homurdanmaya başladı. Küfredip bağırıyorlar, lanet yağdırıyorlardı. Nitekim aciz kulakları halkçı ve hamasi söylemler duymaya öyle alışmıştı ki gerçeğin en ufak bir kırıntısına bile maruz kalmak, içlerinde uyuyan o ilkel canavarı kolayca açığa çıkarıyordu. Kendi “kutsallarına” ve “manevi değerlerine” vahşice saldıran bu genci oracıkta sallandırabilirlerdi ama… Hiçbiri onun güçlü kollarında ya da keskin kılıcının ucunda can vermek niyetinde değildi.

“Size ait olanları getireceğim ve yarısını da kendim alıkoyacağım. Eğer bir ejderhayla karşılaşırsam göreceği tek şey kılıcımın ve ölümün acımasız dokunuşu olacak. Elveda!” Arkasını döndü ve kalabalığı yarmasına gerek kalmadan yürüdü. Zira herkes korkuyla birkaç adım geri çekilmişti bile. Kapıyı açtı ve yaklaşan fırtınanın altında, çorak arazide gözden kayboldu.

What do you think?

8 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Misafir Yazarlar

Misafir yazarlardan gelen içerikleri paylaşıyorum.

Siz de göndermek istiyorsanız detaylı bilgi ;
Misafir Yazarlık

Bir cevap yazın