in

Mevsim Geçişlerinin Buruk Havası

Mevsimlerin  hassas oldukları bir konu var; birbirleri aralarında kurallı ve oturmuş bir devretme anlayışları var. Coğrafyadan coğrafyaya farklılıklar var elbette. Ama ortada bir gerçek var. Bunların kendi düzeni neyse o bölgede; ertesi yılda aynı mevsim zamanı gelince sırasını veriyor diğerine. Mevsim geçişleri tuhaf olur biraz. Benim için ise dertlidir biraz; birinden diğerine dönerken mevsim, daima hüzünlü bir şarkı çalınır kulağımda. Hangi mevsim biterse bitsin, bittikten sonra sonraki mevsimin ilk bölümlerinde o ince özlemi hissederim içimde. Zaten yeni gelen mevsim hiç de öyle hemen alışılacak gibi değildir. Ben alışamam en azından. O damakta kalan nazende mevsim son bulmuş yerine alakasız başka biri gelmiştir.

Yenilik, değişim, devinim; bunlar güzel şeyler. Tamam, kabul ama ortada hemen öyle inkar edilemeyecek ciddi veriler var. Misal, evde ince ya da kalın denmeye çift haneli sayıda şahit istemeye muktedir çeşitli giysiler eşliğinde dolaştığımızı varsayalım.  O günün havası güzel. Gün içinde gayet uyumlu bir şekilde hava durumuyla herhangi bir pürüz yaşamamışız. Kısacası mutluyuz. Günümüz iyi kötü geçti. Hava kararmış.

Diyoruz ki: ”Saat epey olmuş yahu. Yatıp uyusam mı ne yapsam? Ya da uyumayayım hemen. Ama şimdi yarın da iş okul vesaire falan var. Aslında şu ikinci sezonun son bölümünü de izleyip öyle mi yatsam? Yok ya; en iyisi yatayım.”

Bu düşünme cereyanı neticesinde beynimiz daha fazla açıkta kalmadan yatıp uyumanın mantıklı olduğuna kanaat ediyoruz. Ve; pike ya da ince yorgan yahut kalın nevresim gibi çeşitli farklı örneklerin de türetilebileceği; orta kalınlıkta, yumuşak ve geniş bir cisimle üzerimizi örtüyoruz yatarken. Az sonra gözlerimizi kapıyoruz ve uyumaya çalışıyoruz. Hemen uyuyamadık ise de üzülmüyoruz, hemen panik yapmıyoruz. Gözlerimiz kapalıyken uyumaya çalışıyoruz. Uyuyamıyoruz. Bu panik algısı önce hafiften; ”Yok canım saçmalıyorsun artık benim ne işim olacak senle, yat uyu, ben öyle oturacağım biraz rahatsız etmem seni” demek suretiyle güvenimizi kazansa da sonradan ayıp ediyor.Ve zihnimiz de yayılarak bizi ele geçiriyor. Bundan sonrası zaten deyim yerindeyse kaçınılmaz bir roller coaster  turu gibi. O ne zaman canı sıkılırsa o zaman bırakıyor. Tabi, biz bu esnada ne politik akımlar ne ekonomik doktrinler üretiyoruz kafamızda, anlatsak kitap olur. Bir nihilistlik almıştır hatta bizi bir noktada. Uyumuyorum diye rest çekersiniz en sonunda.Kime peki? Kime rest çekiyoruz ki? Bu noktada karşımızda delikanlı gibi durup; ”Seni ben uyutmuyorum, hadi ne yapacaksın?” diyen bir sebep bile bulamadık mı? Evet bulamadık. Öyleyse Kramer vs Kramer. Madem öyle bir noktada bir taraf kazanmalı.Artık bu kendimize karşı kendimizi yenme yetimiz sayesinde mi olur ? Yoksa; kendimize karşı kendimizin yetersizliğinin ironik bir tecellisi sonucu mu olur bilemiyorum. Sonra bir noktada kırılma anı yaşanmalı ve uyumalıyız. Yani, öyle umuyorum.

Uyuduk ise eğer bir noktada. Bu olayın, şaşıracaksınız ama… Evet çok şaşıracaksınız, bir de karşıtı var; uyanmak. Sürpriz olmadıysa devam ediyorum. Uyandık. Uyandık ama gece kaçta uyuyabildik ise  artık, uyanmak gibi değil. Kendimize gelmemiz zaman alacak gibi. Sersem hissediyoruz. Tam olarak nasıl ifade edilebilir. Garip bir havadayız; duvarın içinden geçmeye çalışıyoruz sanki boş bakışlarımızla, yataktan kalkınca düşünme yetimiz henüz kurulumunu tamamlamamış zaten, mutfağa gidiyoruz, musluğu açmaya çalışıyoruz, musluğu açıyoruz ve musluğa ağzımızı dayayıp su içiyoruz. Sonra yalaktan uzaklaşıyoruz biraz. Musluk hala açık. Musluk açık olmalı; şelale sesi hoşumuza gidiyor çünkü. Normalde gitmiyor o kadar ama o anda ihya oluyoruz o sesle. Öyle dururken bir şey hissediyoruz. Ta derinden… Bağırsaklarımız bize kibarca ” Arkadaşım bak bakalım ben helada mıyım?” diyor. Sorduğu soru bize merak uyandırıcı geliyor. Bari bakıyım bakalım neredeymiş diyoruz ve bahsi geçen yer nerede olabilir diye düşündükten sonra banyoya gidiyoruz. Tam o sırada olayın ciddiyeti tüm bünyemizi etkisi altına alıyor. Çevik hareketlerle ön hazırlıklar yapılıyor. Ve klozet oturağına kendimizi bırakıyoruz.

İşte asıl bahsetmek istediğim; mevsim geçişini anlama ve bundan ani bir nefretle soğuma hissi, o beyaz klozet kapağına oturduğumuz  bu anda oluşuyor. Amacımız ve gayemiz doğrultusunda  soğuk beyaz ölüme bir süre katlanmak zorunda kalıyoruz. Acımız hızla nefrete dönüştüğünden tek suçlunun o lanet beyaz kapaktan daha fazlası olması gerektiğinde karar kılıyoruz. Soğuk mevsimi suçluyoruz.

Öfkemiz geçiyor sonra. Mantıklı düşününce olması gerekenin bu olduğunu söylüyoruz kendimize. Ama o çekilen sifonla birlikte hüzünlü bir melodi kalıyor geriye o ılık akşamlardan. Üzerimize bir hırka alıp pencereden dışarı bakıyoruz. Güneşli günleri, bir eylül akşamının tatlı sıcağını, yaz meyvelerini düşünüyoruz…

kis yaz mevsimi

Yaz biterken hüzünlenilmez sadece. Serin havalarda kalın ve uzun kabanımız üzerimizdeyken, boyunbağımız rüzgarda salınırken, rüzgarlı ve soğuk bir günde yağmur başlar bazen. Arkadaşımızla buluşmuşuzdur. Kendimizi zor atarız bir yere. Bir kafeye oturulur hatta. Yağmur sesi vardır bu sefer. Şelale efekti kendiliğinden mevcuttur. Tatlı bir sohbet filizlenir öyle havalarda loş ışıklı sobası yanan bir kafeye oturulduysa. İşte bazen o günlerin sonunda bir gün evden çıkarız. Hava soğuktur sabah, kalın giyinmişizdir. Sonra öğle saatlerinde havaya itici bir sıcak çöker. Terler ve bu gelişme karşısında üzülürüz. Durur; o yağmurlu günlerin içtenliğini özleriz. Kulağımıza bir melodi çalar. Hüzünlü mü?    ”Pardon. Pardon dedik ya çekiliyorum işte yoldan.” Yolun ortasında düşünmeye kalkmışızdır. Bir araç korna çalmıştır. Çok hüzünlü bir ses duymamışızdır. Sinir bozucudur. Öfkeyle bunun faturasını da yeni mevsime çıkartırız. Ama yine mantıklı düşününce; olması gerektiği gibidir her şey.

Mevsimlerle bir alıp veremediğim yok, ben işleyişe sitem ediyorum.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Çağrı Tanı

Bir cevap yazın