in

Çaresiz bir adam

Her sabah olduğu gibi alarm sesi gözlerimi nefret ettiğim dünyaya açtırıyor. İçeriden tatlı bir telaş gibi görülse de annemin beni son yolculuğuma uğurlayacak kahvaltımı hazırlıyor. Utana sıkıla yüzümü yıkayıp üzerimi değiştiriyorum. Adımlarım ne kadar zorlansa da yemek masasına oturuyorum. Annem beni ölüme gönderdiğinden bihaber. Aksine yüzüme gözleri ile ışıl ışıl bakıyor. Bu kahvaltıya “son kahvaltımız” adını kuruyorum. Annem ise gelecekteki umutların bir başlangıcı olarak görüyor bu son kahvaltımı. Böyle bir varlığı yaşattığım için ne kadar kendimden nefret etsem de, annem beni doğurduğu için oldukça sevinçli görünüyor.

Kahvaltı da her zamanki olduğu gibi buharları üzerinden eksik olmayan çayıma sığınıyorum. Annemin de ısrarıyla birkaç reçelin dilime değmesine sebep oluyorum. Kahvaltıdan kalktıktan sonra dişlerimi fırçalıyorum, isteksizce. Akşamdan hazırladığım çantamı belime takarak son yolculuğuma bir kez daha annem beni uğurluyor. Yollarda yürürken düşüncelere dalıyorum ve olabildiğince kendimi kaybediyorum. Okula gitmek için beklediğim otobüse binerken, “bugün gitmesem ne olur ki?” diyorum kendime binlerce. Lakin hiçbir şey olmamış gibi insanların bana ayırdığı oturağa oturuyorum. Gözlerim yeni yeni açılıyor ve insanları izlemeye başlıyorum. Aynı yerde ineceğim arkadaşlarım bana küçük gülümsemelerle “günaydın” diyor. Ben ise halimden son derece mutlu göstererek kendimi, “günaydın” diyorum dudaklarımın ucuyla.

İneceğimiz son durağa yaklaşıyoruz. Birileri çıkıp “lisede” diyor. Ben “son yolculuk” demeyi isterken. Tam otobüsün kavuçuk lastiklerinden tutarak inerken şoför “genç, sen parayı vermedin!” diyerek kızıyor bana. Çaresiz ve anlamsızca ona bakıyorum. Aslında ona diyecek o kadar çok kelimem varki… Hala üsteliyor ve bana olan kızgınlığı devam ediyor. Cebimden çıkardığım birkaç metalik parayı özür dileyerek ona uzatıyorum. O ise hala kızgın kızgın üşütüyor bedenimi.

Okula elli metre kalıyor. Herkesin eğitim yuvası olarak gördüğü yere ben ise darağacından önce bir abdest olarak görüyorum ve ağır adımlarla yürüyorum. Arkadaşlarım oluşacak hadiseleri görmezden gelerek hızlıca yanımdan uzaklaşıyor.

Okulun kapısına geldiğimde müdür beni her zamanki gibi karşılıyor ve yine kızgınca “numaranı ver, yine geç kaldın!” diyor. Numaramı söylüyorum ve bana hala kızıyor. O an uzaklaşıyorum yanımdan. Çünkü kulaklarım bu kadar ağır cümleleri duymak istemiyor.

Sınıfın kapısını açarak, içeri giriyorum ve muallime “özür dilerim, girebilir miyin?” diyorum umutsuzca. O da kızgınlığını biraz azaltarak “çabuk gir!” diyor. En arkadaki sırama oturuyorum. Kırk dakikayı sadece nefes alarak geçiriyorum. Teneffüste arkadaşlarımın bana taktığı ismi sık sık işitiyor kulaklarım. “Ölü adam.” Onlara her zamanki gibi tebessüm ederek yanlarından uzaklaşıyorum. Nefes alarak doğayı kucaklıyorum okulun bahçesinde. Her zamanki gibi Orhan bana yaklaşarak bir simit ve bir meyve suyu veriyor elime. Keşke meyve suyu yerine bir simit daha alsaydın, diyemiyorum. Gönlüm mahcup bir şekilde teşekkür ediyorum defalarca.

Tekrar zil çalıyor ve sırama oturuyorum. Beynim ne kadar paslansa da matematik hocam karekök konusunu beynime sokmaya çalışıyor. Neticesinde ayıp olmasın diyerek anlamaya çalışıyorum lakin hiçbir şey anlayamıyorum.

Dakikalar, saatler böylece geçiyor. Öğle arasında karnım bomboş bir şekilde yemekhaneye gidiyorum. Yemeğimi alıp boş bir masaya oturuyorum. Tam yemeğimi tadarken arkamdan gelen bir kahkahayla irkiliyorum. Başımı hafifçe çevirdiğimde beni ölümle baş başa bırakan kadına gülümsüyorum. Yanımda taşıdığım not kağıtlarından birini çıkartarak toplumun şiir dediği boyutu küçük fakat anlamı büyük kelimelerle dolduruyorum bembeyaz kağıtı. Her mısra da “Maria” ismi geçiyor. Yanımda yemek yiyen arkadaşlarım ne yazdığımı soruyor ve bende her zamanki gibi sessiz kalıyorum. Aralarından biri “yine saçmalıyor” diyor. Sessizce kalkıyorum yanlarından. Hiç birinin haberi yok yanlarından kalktığımın ki zaten yürüdüğümü bile görmüyorlar. Biraz bahçede nefes aldıktan sonra sınıfa çıkıyorum ve yine Maria’yı görüyorum. Onun her kahkahasında, onun benden kurtulduğu içinki her gülümsemesinde sol tarafım biraz daha acıyor. Ağlamaklı oluyor her hücrem. Kimselere gözyaşlarımı fark etmesin diyerek sırama hızlıca gidip başımı eğiyorum. Bir süre sonra beş metre ilerimde kahkaha atan tospiğim kahkahasını keserek yanıma oturuyor ve elini belimde defalarca gezdiriyor. “Ne oldu sana kuzucuğum, ne oldu?” diyor her seferinde ümitsizce. Cevap veremiyorum. Onu üzmekten korkuyorum. “Yazdığın şiir var mı?” diyor kulağıma eğilerek kimselere duyurmadan. Cebimdeki kağıtı çıkarıyorum ona ve o da içinden okuyor. Maria ismini duyunca bana kızgın gözlerle bakıyor. “Unutacaksın kuzucuğum, bu da geçecek…” diye bir çok cümle yamalıyor ağzına. Ona haykırmak istiyorum. Ona bu halimin sadece Maria’dan dolayı olmadığını söyleyemiyorum. Bu hayatın beni yaşatmadığını, o kadının aklımdaki kadın olmayışının bana yaşattığı ağır acıyı anlatamıyorum. Muallim giriyor içeriye. Tospik yanımdan uzaklaşıyor. Üzgün olduğunu sıraya otururken fark ediyorum. Ona defalarca özür dilemek istiyorum o an. İki dakika önce gülen insanı üzdüğüm için özür dilemek istiyorum. Yaşadığım için tüm insanlara özür dilemek istiyorum fakat ağzımda cümleler bir türlü dökülmüyor.

Muallim “Kanuni” diyerek başlıyor derse. Her şeyi anlatıyor fakat kanuninin aşk ızdırabından bir kere bile olsa bahsetmiyor. Çok mutlu ve başarılı bir adam olduğunu savunuyor bize. Kulaklarımı kapatıyorum ve karşıma ölüm gelip oturuyor. Gözlerime uzun uzun bakıyor ve dakikalarca onunla sevişiyorum. Son sevişmemizin bir an önce gelmesini ona defalarca söylüyorum lakin o bu halimde zevk alarak dudaklarımı ıstırıyor ve bedenimi iyice morluğa teslim ediyor. Muallim dersi bölerek bana bakıp “Kanuni’nin savaşlarını anlat evladım?” diyor. Sessizce ona bakıyorum. “Ben ders anlatırken sen ne yapıyorsun!” diyerek bana kızıyor. Ölümle sevişiyordum, ölüm tüm bedenimi esir aldı diyemiyorum. Bana bir kez daha kızgın kızgın bakarak “çık dışarı!” diyerek bağırıyor. Soluk adımlarla yanından uzaklaşıyorum. Kafamı sağa çevirdiğimde arkadaşlarımı bana olan nefretini görüyorum ve kendimden bir kez daha nefret ediyorum.

Son zilin çalmasını dakikalar kala telefonlarımız saklandığı yerden getiriliyor. Elime alıp Maria’nın sosyal medya hesaplarına bakıyorum, gizlice. Bir tarih görüyorum biyografisinde. O an bir kez daha yıkılıyorum. Benim kıyamadığım yanağına bir çok öpücük konduğunu düşlüyorum ve iyice kendimi eritiyorum. Zilin de çalmasıyla sessizce ayrılıyorum eğitim yuvası denen yerden. Durağa gidiyorum ve cüzdanımı karıştırarak on kuruş buluyorum. Çaresizce bir saatlik yolu yürümeye başlıyorum. Arkadaşlarımdan uzaklaşarak bilmediğim karanlık sokaklara giriyorum. Cebimde olan kapalı çarşılarda iki liraya aldığım tütünü çıkarıyorum. Etrafı bir kolaçan ederek ölümün morarttığı dudağıma sigarayı yerleştiriyorum ve ardından kulaklığı takarak “Nilgün Marmara’nın Yalnızlık Şiirini dinliyorum.  O an Nilgün Marmara’yı en iyi ben anladığımı düşünüyorum. Günlerdir açılmayan ağzımı şu dizelerle oynatıyorum: “Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim/ Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye/ Veda edeceğim.”

Bir saat sonra eve geliyorum. Zili çalarak annemi bekliyorum ve girmek istemediğim eve beni davet ediyor. Çaresizce odama çekilip bir sigara daha yakıyorum. Annem odamın kapısını açarak sinirli bir şekilde: “Hani bırakacaktın, bari yemekten sonra içseydin şu zıkkımı!” diyerek sitem ediyor yüzündeki her hatlarıyla. “Bir an önce ölmek için içiyorum, anne.” Diyerek feryat edemiyorum.

Annemin bir ton ısrarına rağmen yemek yiyemiyorum. Midem ne kadar boş olsa da boğazımdan hiçbir lokma geçmiyor. Saatlerce kitap okuyarak uyuyacağım vakti bekliyorum. Saat 21’e geldiğinde çaresiz çaresiz yarını bekliyorum. Masamdan bir kağıt çıkararak yazıyorum gün boyunca diyemediklerimi: “Umarım yarın bir mucize olur ve ben bir daha gözlerimi açmam…”  

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Yeşil Yazar

Written by Evren Sarı

"Kafamın içinde dönen, bir türlü kimselere anlatamadığım dünyayı anlatmak için yazıyorum."

Kilometrelerce uzaktaki insanların yüreğine, ruhuna dokunabilmek bir nefestir, ifadesini kullanan, yazılarında varoluşçuluğu benimsemiş yazara edebiyatçılar tarafından "Düşünen Adam, Bohem, Ölüm Yazarı" gibi lakaplar takılmıştır. "Düşünen Adam, Bir Şair Adamın 118 Günlük Öyküsü ve Çaresiz Adamdan Uzak Diyarlara Mektuplar" kitaplarını yazmıştır. Ona sosyal medya hesaplarından ulaşabilirsiniz.

Bir cevap yazın

yorumlar