in

Mavi

Saat gece yarısını geçiyor. Artık tarih 9 Ağustos; bir kez daha. Yirmi yıldır heyecanla beklediğim ve hayal kırıklığıyla bitirdiğim bir 9 Ağustos daha. Yaşlanıyorum galiba artık. Daha dün on sekizdim sanki, daha dün ilk kez gördüm o rüyayı. Ama buradayım işte: Yirmi yıldır aynı adamı bekliyorum.

İçime birden piyano çalma isteği doluyor. Karanlık evde ışığı açmak yerine el yordamıyla bir mum yakıp alıyorum. Merdivenleri inerken içimde kocaman bir boşluk var. Birazdan evimdeki sessizliği dolduracak notalar ruhumu da doldurabilir mi? Sanmıyorum.

Ne kadar heyecanlıydım halbuki o rüyayı ilk kez gördüğümde. Net tarihi hatırlamıyorum şimdi. Ama dokuz ağustostan önceydi. Aylardır görmedim; gücümün sonlarına geldiğimi biliyorum, tekrar görmem yakın. Ama ne zaman? Hiç gerçekleşecek mi? Artık bir umudum yok.

Piyanonun tuşlarına dokunuyorum usulca. Mumu yanıma koyup oturuyorum. Ellerim değmeden tuşların üstüne duruyor. Ne çalacağımı biliyorum. Sabaha kadar ne çalacağımı biliyorum. Yirmi yıldır çaldığımı çalacağım. Evimi maviyle dolduracağım bir kez daha. Her sene yılda bir gün, her dokuz ağustosta yaptığım gibi. Gözlerinin rengi akacak parmaklarımdan piyanoya.

Parmaklarım tuşlara değiyor; tekrar tekrar. Notalar odaya doluyor önce. Benim için her yer mavi artık. Gözlerimden akan yaşların sıcaklığını hissediyorum. Yalnızlığı akıtmaya çalışıyorum belki de. Bir parça bile azalmıyor. Gelmiyor, gerçek olmuyor. Beklemekten yorulsam bile pes etmeyi aklımdan dahi geçirmiyorum.

Aşık olduğum tek adam… Kavuşamadığım adam… Bir kez bile rüyadan çıkıp yanıma gelmeyen, beni sarmayan, saramayan o insan…

Hıçkırıklarımı tutuyorum zorla. Notaların ahengini bozacak bir şey yapamam. Ona haksızlık olur bu.

Gördüğüm rüya hala aklımda. İlk gördüğüm rüyanın daha bitmediğini birkaç ay sonra anladım. Erken uyanmışım o gün, sonunu görmeden. O yüzden heyecanlıydım belki de o ilk dokuz ağustosta. Nasıl bir felaketle biteceğini bilmiyordum daha.

Yatakta doğruldum ve hissettiklerimle sarsıldım. Bir dönüm noktasında olduğumu anladım o an. Ardından kağıt kaleme koştum hemen. Her şeyi yazdım. Hatırladığım her şeyi, her ayrıntısıyla… Sırf hissettiğim şey yüzünden.

Nasıl tarif edebilirim bilmiyorum o hissi. İlk saniye saf mutluluktu. Hayatımda hiç o kadar mutlu olmadım daha önce. Ve onun rüyamda hissettiğim mutluluğun yansıması olduğunu biliyordum.

Rüyalarda hissediyor muyuz acaba? Cevap evet olmalı. Benim için o hissettiklerimin, rüyada hissettiklerimin başka bir açıklaması yok. Çünkü daha önce hissetmediğim o eşsiz duyguyu tattım: Aşkı.

Şimdi her şey bir anlam ifade ediyor. Rüyanın başında nerede olduğumu artık biliyorum. Sabah erkenden gideceğim oteldeyim. On yıldır her dokuz ağustosta gittiğim otelde. Rüyayı ilk kez gördüğümde nerede olduğumu bilmiyordum. Ya da neden orada olduğumu, kendimi dalgalara bırakmayı isteyecek kadar korkunç bir çaresizlikle ve özlemle neyi beklediğimi… O kısmı hep rüyanın sonraki kısımlarından önce kaldığım yer olarak düşündüm. Artık biliyorum: Orası rüyamda olacak olan her şey olduktan sonra gittiğim yer. O oteli bulmam beş senemi aldı. Her sene otele gidiyorum artık. Dalgalara bakarak gelmesini bekliyor ve rüyamı anıyorum. Her şeyi tek tek anımsıyorum. Ve en kötüsü rüyamda dalgalara karşı dururken yaşadığı bir aşkı yitirmiş ve onu anımsayan yalnız bir kadın olarak duruyorum.

Neyi hatırladığımı biliyorum. O rüyayı gördüğüm ilk günden beri asla unutmadım ki.

Uçaktan nasıl heyecanla indiğimi hatırlıyorum. Yurt dışındaki bir araştırma için seçilmiş az sayıda doktordan biriydim. Bizi havaalanından karşılayan o iki adamı ilk gördüğüm an yaşamışım gibi gerçek zihnimde. Onu ilk kez o zaman gördüm; büyük olandı. Bizi kalacağımız yere yarın götüreceklerdi; o yüzden birkaç kişi onun evinde, birkaç kişi diğer adamın evinde kalacaktık o gece.

Evi şehrin dışına doğruydu. Her yerde kar vardı; bembeyazdı her yer. Hala kar görmeye dayanamıyorum.

O gece uyku tutmadı beni. Usulca oturma odasına girdim; DVD’leri karıştırıyordum. Canım Casablanca izlemek istiyordu. DVD’lerin arasında olmasını umuyordum. Bulunca sevinç nidamı zoraki bastırdım. Karanlıkta televizyonu açtım ve DVD’yi taktım. Siyah beyaz görüntüler akarken arkamda fısıldayan sesle yerimden sıçradım. “Çoğu insan siyah beyaz film izlemez.”

Nefesimi kontrol altına alıp omuz silktim. “Onların kaybı.”

Yanıma otururken “Eşlik edebilir miyim?” diye sordu.

“Tabi.”

Başta sadece filme odaklıydım. Ama sonra… Sonra kokusunu aldım. Filmi izlerken verdiği tepkileri, bakışlarını izledim görmeden. Yanımda olması bile beni tepetaklak etti. Daha o gün gördüm halbuki onu. Ama içim karman çormandı işte. İnsanın ruhunun diğer yarısını bulduğunu anlaması ne kadar zaman alırdı? Saniyeler, günler, aylar, yıllar; ne kadar? Bilmiyordum. Doğru cevabı yoktu bu sorunun belki de. Kalp hemen anlıyordu evet, ama beynin kabul etme süresi değişiyordu. Saatler sürdü benim için. Ve saatler yüzyıllar kadar uzun ve boşa harcanmış geldi sonra.

Film bittiğinde neye uğradığımı şaşırdım. Ne çabuk geçmişti zaman? Daha doya doya kokusunu bile alamadım halbuki.

“Uykun var mı?” diye sordu fısıldayarak.

Ne münasebet! Tabii ki yoktu. O an onunla fazladan birkaç saniye için tüm uykumdan feragat edebilirdim. “Hayır,” dedim usulca.

Ayağa kalkıp bana elini uzattı. “Gel.” Eline şaşkınlıkla bakınca güldü. “Yıldızları görmen lazım. Gel. Üstüne kalın bir şeyler almalısın.” Elini tutup ayağa kalktım. “Bize battaniye getireyim.” Elimi bırakıp odadan çıktı. Birkaç dakika sonra elinde battaniyeyle kapının önündeydi.

Birlikte soğuk geceye çıktık ve bahçedeki banktaki karları temizleyip oturduk. Battaniyeyi ikimizin omuzlarına sardı. “Soğuk biliyorum ama manzaraya değiyor.”

Dişlerimin birbirine çarpmasını engellemeye çalışırken gökyüzüne baktım. Gerçekten büyüleyiciydi. Sabaha kadar konuştuk, sustuk, bazen uyukladık. Gün doğumunu birbirimize sarılmış halde izledik. Belki de rüya olduğu için her şey bu kadar hızlı ve kusursuz gidiyordu.

Onun yanında kaldım. Birkaç dakikadan fazla sürmediği söylenen rüyalara bir ömür sığdırdım. Mesela beni onun ne kadar aksi olduğuna dair uyaranları duyuyor, haklı buluyordu. Evet aksiydi de. Ama bana karşı değil. Ben o kabuğun altındaki adama sahiptim. Onu buna ikna etmem zor oldu. İçim parçalanacak şekilde ağlamaya başlayınca, hıçkırıklarım onu kaybetme korkusuyla adeta ciğerlerimi sökmeye çalışırken ikna oldu. Gözyaşlarımı öpüşleriyle sildi, ruhumu onardı.

Bazen her şey yolunda gidiyordu. Alışverişe çıkıyor, yemekler yapıyor, filmler izliyorduk. Casablanca hep favorimizdi. Kendimi onun kollarına bırakıyor, orada huzur ve güvenle uyuyordum. Saatlerce susmadan konuşuyor, saatlerde konuşmadan sarılıyorduk.

Rüyanın sonlarında ben saçımı kurdeleyle kontrol altına alıp toplamaya çalışırken gelip saçımı topluyordu. Enseme bir öpücük kondurup “Dokuz ağustos,” diye fısıldıyordu kulağıma. Ona dönünce gülümseyerek “Dokuz ağustosta evlen benimle.” Dudakları alnıma değiyordu hafifçe.

O esnada uyandım ilk rüyamdan işte.

Parmaklarım piyanonun tuşlarında uçuyor. Mum bitmek üzere. İçim parçalanıyor acıdan. Hıçkırıklarımı tutmak gittikçe zorlaşıyor. Kaçıncı defa çaldığımı bilmeden son notalara dokunup kapaklanıyorum piyanoya. Notaların yerini hıçkırıklarım alıyor o anda. Dudaklarım hasretle yanıyor. Yirmi yıldır kurdeleyle toplamadığım saçlarım piyanoya yayılıyor. İçim özlemle kavruluyor. Mum tükeniyor, ömrüm tükeniyor, ruhum tükeniyor. Aşkım, hasretim tükenmiyor. Gelmiyor.

O dokuz ağustos heyecandan ne yapacağımı bilmiyordum. Çünkü rüyamın devamını bilmiyordum daha; sonu bilmiyordum. Aylar vardı sonu görmeme.

Üstümde gelinlikle hazır beklerken aile yadigarı küpelerimi unutmadım daha. Ve gitmemesi için gönderdiğim bütün ısrarlara rağmen küpeleri almaya gitmedi henüz.

Acıyla gözlerimi yumuyorum. Tanrım, dayanamıyorum! Yirmi yıldır her rüyamdan birkaç gün sonra bana işkence eden görüntüler tekrar geliyor gözümün önüne.

Kardeşinin odaya ani girişi, yüzü kireç gibi… Boğazımdan kopan çığlık… Telaşla arabaya koşmam… Hastane ve eşyalarının yanında bana verdikleri beyaz olması gereken ama kan kırmızıya boyanmış bir çift küpe…

Mum bitiyor; oda karanlık artık. Umurumda değil. Parmaklarım tekrar piyanoda aynı şarkıyı çalıyor. Mavi’yi çalıyor: O’nu çalıyor. Gidemiyorum, gelmiyor! Kendimi ruhumdaki kara deliğe bırakmak istiyorum. Gelmiyor! Kan kırmızı… Ölüyor! Gelmiyor, gelemiyor. Mavim kırmızıya boyanıyor.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Sarı Yazar

Written by Ezgi Esra Durğut

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Hayatta yazmaktan başka çıkış bulamayanlardan, kelimelerle sığınak yapanlardan. Herkes kadar yalnız, herkes kadar kalabalık bir kaç cümleden ibaret.

Bir cevap yazın