in

Zincir

Hayatın getirdikleriyle orta yaşlarda beyazlamaya başladıktan sonra kestane rengi saçlarını boyasız bırakıp doğal beyazlığına kavuşturan emekli öğretmen Selma Hanım yetmiş beş yaşındaydı. İçerisindeki her mobilya altın varaklı süslerle özel üretim olan, Boğaz’ın kimi zaman sade kahve tadındaki köpüren kimi zaman ise bol sütlü şekerli bir kahve tadındaki sakin sularına bakan bir yalıda oturuyordu. Biri bulaşıkçı, biri temizlikçi, biri aşçı, biri genel hizmetli olmak üzere dört tane yardımcısı vardı. Dışarıda bir bahçıvanı ve bir şoförü olan Selma Hanımın koca bahçesinde, ilk defa görenlerin antika zannedeceği türden heykeller, kış geldiğinde suyu boşaltılan ve kuru yapraklarla dolan bir süs havuzu, dışarıdan geçerken görünmesin diye kenarlı limon servileri ile sık bir şekilde döşenmiş, günümüzde askeri maaşla geçinen bir ailenin yüzünü büyük ölçüde güldürecek bir eve benzeyen; bir tarafı depo bir tarafı bahçıvan için ev görevi gören müştemilat ve dört mevsimden hangisi olursa olsun düzenlediği beş çaylarına ev sahipliği yapan bir çardak vardı.

Evet, beş çayları… En sevdiği zamanlardı. Üzerlerinde antika desenlerle, kenarları evin her şeyinde olduğu gibi altın varaklı çizgilerle kaplı porselen fincanlarda sunulan taze çay ile birlikte ince uzun servis tabaklarında aşçısı tarafından özenle hazırlanmış her çeşit kurabiyeler ipekten özel olarak yaptırdığı en sevdiği renk olan turkuaz bir masa örtüsünün üstünde yerlerini alırlardı. Diğer konaklardan, yalılardan ya da lüks villalardan Selma Hanım’ın kapısının önü dolduracak şekilde özel şoförleri ile gelen arkadaşlarının saçları her zaman fönlü, tırnakları her zaman manikürlü, elleri boyunları bilekli hatta yakaları her zaman ışıltılarla doluydu. Ya Selma Hanım derseniz, o zaten hiçbir zaman onun kadar zengin ve güzel olamayacaklarını bir türlü öğrenemeyen arkadaşlarının en başında yer alırdı. Her Perşembe günü saat dört buçukta toplandıklarında aldıkları kıyafetlerden, yaptıkları ya da yapacakları yurt dışı seyahatlerinden, fazla parayla şımaran çocuklarından ya da torunlarından, evdeki hizmetçilerin yaptıklarından, bakımdan söz ederlerdi. Selma Hanım’ın paylaşmayı sevdiği tek şey evi ve sofrası olduğundan bu sohbetlere kendinden bir şeyler katarak cevap vermezdi. Buruşmasına rağmen gerek manikürlü kırmızı ojeleri gerek milyonlar değerindeki ışıltılar sayesinde olsun ulaşılamaz bir zenginliği betimleyen elleriyle düşmemesi için özen gösterdiği porselen fincanlardan birine uzandığı sırada yine aynı cümleler kurulmuştu;

“Ay Selmacım ülkenin tüm borcunu kapatacak kadar para içinde yüzüyorsun, hâlen o zinciri boynundan çıkarmıyorsun. Gizli kasanın anahtarını mı saklıyorsun yoksa canımcım?” ve arkasından kahkahalar…

Beş çayı bitince, Selma Hanım sofrayı öylece hizmetçilerine bırakır ve altın rengi tırabzanlara tutunarak mermer merdivenlerden yavaşça odasına çıkardı. Kıyafetlerini çıkarır, arkadaşlarının dediği gibi ülke borcu kapatmaya yetecek değerdeki takılarını özenle ayrı ayrı kutularına yerleştirirdi biri hariç; arkadaşlarının diline doladığı ama devamını bilmedikleri o zincir. O zincir 1996 yılının kötü bir hatırası, elli beş senelik yalnızlığının, acısının, kimse duymasın diye sessiz ağlayışlarının sebebiydi. On sekiz yaşında mahallede ilk görüşte birbirlerine karşı aidiyet hissettikleri, bir buçuk sene ailelerden gizli saklı devam ettirdikten sonra yirmi yaşında 1996 yılının başlarında itiraf edip aynı evde yaşamaya dair attıkları ilk adımların eşi, birlikte yaşayamadan ölüm orucunda kaybettiği yol arkadaşının asker künyesi olan o zinciri bir kez daha öpüp akşam yemeğinden önceki şekerlemesine dalardı.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Ezgi Nur Kaplan

"Cesaret yalnızca korkunun değil ümidin de üstüne gitmektir" diyen bir penguen.

Bir cevap yazın