in

Kendine Zaman Ver

Pazar sabahı dinginliği hakimdi etrafa, kısık sesle müzik dinliyordum. Akşama kadar bolca vaktim vardı. Aksilik ya erkenden kalkmıştım ve tekrar uyuyamadım. Hafif bir kahvaltı yaptıktan sonra kahvemi alıp balkona çıktım. Hava iyiden iyiye soğumuştu. Soluk sonbahar yerini kışa bırakmaya hazırlanıyordu. Yaprakların renkleri iyice koyulaşmış, günden güne toprak ile buluşuyorlardı. Balkona çıktığımda diğer cephedeki şehirden kopuyor, alabildiğine ormanın güzelliğiyle buluşuyordum. Sabah kahvemi balkonda içmeyi alışkanlık edinmiştim bu yüzden. Güne burada başlamak vazgeçilmezdi benim için artık. Kendimle konuşmaya başladım.
Konuşmayı hep çok sevmişimdir. Bazen patavatsızlık etsem de ekseri seçici davranırım. Kimseyi bulamazsam eğer kendimle konuşurum. Kimileri bunu delilik alameti olarak görüyor. Ancak insanın kendi kendini anlaması gerek evvela, bunun içinde kendiyle konuşması. Anlatmaya başlayınca fark ettim süregelen suskunluğumu. İçimi acıtması bir yana çözülemez geliyordu.
Birbirimizi daha yeni tanısak da, gözlemleyebilmek için yeterli vakte sahip olduğumuz, bana “kendine zaman ver” diye soğuk soğuk nasihat eden arkadaşımın mesajı geldi birden aklıma.
“Tüm köhneliğine rağmen hala içinden hayat fışkıran yeryüzüne ne kadar da çok benziyordu. O vakar tavrı takınmasına sebep olan yıpranmışlıkları bir kenara koyduğunda bahar bahçeydi içerisi. Önüne kala kalmışlıkları birer set gibi koyduklarında her birini aşmayı başarmıştı. Hepsinin bir yarası vardı elbet; kimi derin.”
Düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi, benimi anlatıyordu bu kelimeler. Sözlerin sahibine sorduğumda aynandan bakar gibi baktım sana ve düşündüklerimi yazdım dedi sadece, yorum yapmaktan kaçındı. Derinlere indikçe daha iyi anlıyordum, her biri başka anlamlar kazanıyordu. Kendimi unuttum uzun zamandır ve belki de kendime yaptığım en büyük haksızlık bu. Yüzüme çarpanlara aldırmaksızın koşmuş durmuşum. Kan içinde kalsam da hissetmemişim.
Gözümün önünden akıp giden anları düşünüyorum. Bir resme bakar gibi bakmaya başladım sırayla her birine. Ufka doğru süzülürken her biri, keşke hiç bakmasaydım diyorum. Çünkü baktıkça daha çok keşkeler doluyor içim. Sırtımda bir yük haline geliyorlar ve hiç olmadığım kadar pişman oluyorum.
Görmezden gelmeye alışmıştım aslında, bir süre sonra pişmanlıklarımı da görmezden gelecektim. Hayatta kalabilmenin şartı gibi görüyordum görmezden gelebilmeyi. Hayatta kalabilmek pahasına hayatı ıskalamak işte.
Çoğumuz başkalarının hayatlarını imrenilesi buluruz. Aslında ambalajı yırtıp attığında çok benzer şeyler çıkıyor her birinin içinden. Vasat yaşamlarımızın devamını sağlayabilmek için zaman satıyoruz işte. Ne kadar farklı olabilir ki? İmrendiğim hayatların ortak bir noktası var. Ateşin içerisinde hayatlar olmalarına rağmen yanmayan insanların hayatı onlar. Ateşe yakın durmayı hep sevdim, daha çok ısınıyordum. Ama sonunda hep yanık ve acı vardı; acısı geçse de izi geçmeyen yanıklar. Ama bir gün gelecek o imrendiğim hayatlarda olduğu gibi ben de ateşin içerisine girebileceğim ve çıktığımda daha güçlü olacağım.
Öğlen vakti olmuş bile, pazar temizliği için balkonda kilim silkeleyen yan komşumun “Günaydın” demesiyle farkına varıyorum. Günaydın diye karşılık verdikten hemen sonra buz gibi olmuş kahvemin son yudumunu içiyorum. Ağzımda bıraktığı acı ile ekşi arası tat bedel ödemeden sahip olduklarımızın değerini bilmek konusundaki eksikliğimi hatırlatıyor bana; zaman gibi, kendim gibi.

What do you think?

0 Beğeni
Upvote Downvote
Kırmızı Yazar

Written by Gökhan ERDOĞAN

büyüyünce kafka olucam.

Bir cevap yazın